İstanbul’da fırtına alarmı verilmiş.Taşan
yağmur suları, direk deviren rüzgârlar, dolu bekleniyormuş.
“Belki bize de geliyor,” diyor arkadaşım.
Başımı kaldırınca bulutsuz, içine süt katılmış gibi maviliği azalmış bir
gök görüyorum.
“Gelmez.”
Oysa neredeyse Ekim’in ortasındayız. Sıcak var bulut yok.
Karnım tok sırtım pek eve dönünce önce aldıklarımı mutfağa taşıyorum:
Trodos suyu, Girit zeytinyağı, babutsa, hurma, zeytinyağlı dolma, köfte,
portakal suyu, susam dahil kahvaltılık karışık tohumlar, şarap ve
pumpernickel ekmeği.
Hepsini yerleştirinceye kadar kan ter içinde kalıyorum. Islak gömleğimi
çıkarıyorum, vantilatörün önüne yıkılıyorum.
Bu sıcak sonunda hepimizi ortadan kaldıracak.
Bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nü Louise Glück adlı Amerikalı şair almış.
Adını daha önce duymamıştım.
İnternette şiirlerini buluyorum. Bir tanesinin adı - 2004 tarihli - Ekim
(1. Bölüm).
Bizim adada yazılmadığı belli:
“Gene kış mı geldi, gene soğuk mu oldu,”
diye başlıyor.
Devamını okuyorum ama şairin ne demek istediğini anlamıyorum.
İngilizce şiirleri anlamıyorum çoğunlukla, orada ortaya çıkıyor
İngilizce bilmekle İngiliz veya Amerikalı olmamanın farkı.
Dış İlişkiler
ve Diploması yerine İngiliz Edebiyatı okumalıydım, ilk niyetim de oydu
ama olmadı, gerçekleşmeyen birçok niyet gibi.
Glück 77 yaşında imiş ve yeni şiir kitabı yaşlanmaya dair olacakmış.
Yaşlanmayı “dökülmek” ve “başa çıkma yeteneğinin kaybı” olarak tarif
etti bir gazeteciye, “güvendiğiniz fiziki zarafet, güç, zihinsel
çeviklik gibi özelliklerin tehlikeye düşmesi veya tehdit altında olması”
durumu.
En iyisi yukarı çıkıp klimayı açayım ve uyuyayım. Uyanınca, hava
serinlemişse yürüyüşe giderim. Serinlememişse bahçede incir toplarım.
Küresel ısınma pokerde kartların karıştırılıp yeniden dağıtılması gibi.
Bana nasıl bir kâğıt gelecek, sana nasıl, ona nasıl? Ne gelirse gelsin
hiç kimsenin önüne bir önceki eller gelmeyecek. Herkese kötü kartlar
gelecek.
Şimdi bunları düşünme.
Her şey geride kaldı, her şeyin geride kaldığını düşünecek bol zaman
hariç.
Gözlerim de bozuldu. Eskisi kadar çok kitap okuyamıyorum. Sayfaların
üzerine bulutlar iniyor, İstanbul’a dolu yağdıran, taşıran, rüzgârla bir
olup direkleri deviren bulutlar gibi.
“Tanrı serveti eşit dağıtmaz, dertleri eşit dağıtır.”
Başucumdaki deftere böyle yazmışım. Ben mi düşündüm bunu, yoksa düşünmüş
olan birisinden mi kopyaladım? Hatırlamıyorum.
Hatırlamamak. Bu da başka bir dert.
Ya bunun yazarı?
“Dokunduğu her şey daha çok oluyor.”
Kimdi acaba bu kişi?
Ben olmadığım kesin. Bankadaki paramdan başlayarak, dokunduğum herhangi
bir şeyin daha çok olduğunu hatırlamıyorum.
İyi de kimdi?
Ben miyim onu tanıyan yoksa bir başkası mı onun hakkındaki bu gözlemi
yapan?
www.diyaloggazetesi.com ==> OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ
Diyalog Gazetesi
www.diyaloggazetesi.com ==> OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ
Diyalog Gazetesi