Ozanköy
Kedinin duruşunda bir acayiplik vardı. Bahçe lambasının ışığında,
göremediğim bir şeyin üzerine atılmaya hazır vaziyette duruyordu.
Başını çevirdi ama yanıma gelmedi.
“Bu kedi can yakmaya hazırlanıyor,” diye düşündüm.
Saat on bir civarıydı. Yemekten dönmüştüm.
El fenerini alıp bahçeye çıkınca kedinin karşısında bir yılan olduğunu gördüm.
Daha önce bahçede görmediğim zehirli bir yılandı. Ne fazla uzundu, ne
fazla kalın. Arkasını duvara vermiş, kafasını kaldırmış tıssss, tısss
diye sesler çıkartarak, Limon’u uzak tutmaya çalışıyordu.
Evin bu kadar yakınında yılan görmek hoşuma gitmedi, ama Limon’un onu
öldürmesini istemedim. Yanlarına yaklaştım ve kediyi oradan
uzaklaştırdım.
Ne tür bir yılan olduğunu anlamak için ışığı yılana çevirdim. Bundan
hoşlanmadı. Yerinden ayrılmadan, başını çevirip bana tıslamaya başladı.
“Heyecanlanma. Bir şey yapacak değilim,” dedim ve geceyi gece yaratıklarına bırakıp içeri girdim.
Birkaç dakika sonra dayanamayıp gene dışarı çıktım. Kedi dönmüş, aynı
yerde tıslamaya devam eden yılanın karşısına dikilmişti. Her an
tabancalarını çekip birbirlerine ateş etmeye hazır iki kovboy
gibiydiler.
Limon’u bu defa daha güçlü bir sesle uzaklaştırdım ve gene içeri girdim. Beş on dakika sonra çıktığımda kedi de, yılan da yoktu.
Büyük bir bahçe içinde olan evime ilk defa gelenlerin çoğu “Yılan
görüyor musun?” diye sorarlar, ben de “Yirmi beş senede beş yılan ya
gördüm, ya görmedim,” derim.
Bazen, canım geceleyin meyve çektiğinde, el fenerini alıp bahçeye
çıkar, mevsimine göre yenidünya, mandalina, portakal veya kayısı
toplarım. Yılan var mı, yok mu bakmam.
İlk defa geceleyin bir yılan görüyordum.
Yılanların rahatsız edilmedikçe ısırmadıklarını biliyorum.
Gene de...
Acaba artık daha dikkatli mi olmalıyım?
Limon’un yılanı öldürmesine izin mi vermeliydim?
Başlangıcı ve sonu olmayan kainatta, bir yılan eksik veya fazla fark eder miydi?
Ertesi sabah internette Kıbrıs yılanlarını araştırdım ama gördüğüm
yılanın hangisi olduğun çıkaramadım. Koca engerek olabilirdi ki
zehirlidir ve adada zehri insan öldürecek tek yılandır. Ama
olmayabilirdi de.
Brrrr!
Bahçedeki yaratıklarla – yılan, tarla faresi, tilki, kirpi,
kertenkele, kurbağa, hamamböceği ve diğerleri – bu eve ilk girdiğimden
beri anlaşmam şudur: “İçerisi benim, dışarısı sizin.”
Tuzak kurmam, zehir bırakmam. Meyvelerimden istedikleri kadar
yiyebilirler. Ama içeri girerlerse – inanmayan sivri sineklere sorabilir
– sonları ölüm olabilir.
Bunun tek istisnası salondaki asık suratlı kadın tablosunun arkasında
yaşayan süleymancıklardır. Kışın orada uyurlar, havalar ısınınca
geceleyin ortaya çıkarlar, duvara konan sinekleri yerler veya yemeye
çalışırlar. Yıllardır birlikte yaşarız. Ben onların sineklerini yemem,
onlar da benim yemeklerimi.
Başlangıcı ve sonu olmayan kainatta, bir yılan eksik veya fazla fark eder mi?
Birkaç ay düşündükten sonra şu sonuca vardım: Başkaları için etmeyebilir, ama benim için ederdi.
*
Yoga öğretmeni, Budist inanca sahip Alman bir kadın tanıyordum.
Hindistan’da uzun yıllar geçirmiş değişik ustaların dizinin dibinde
oturmuştu. Ara sıra esrarengiz veya bilgece laflar ederdi. Bir gün
ayrılırken “Sağ yanağından 1000, sol yanağından 999 kez öperim,” dedi
gülümseyerek.
O an üzerinde durmadım. Ama çok geçmeden, sol yanağıma, binde bir
bile olsa bir öpücük eksik tahsis edilmesi beni acayip rahatsız etti.
Aradan neredeyse yirmi yıl geçmesine rağmen hâlâ ediyor. Simetrinin veya
eşitliğin bozulması mıydı bunun nedeni? Yoksa mükemmelliğin bir öpücük
eksik olması mı?
Kediyi yılana düşman olarak yaratan ben değildim, ne de dünyanın
düzenini gıda zincirine ben bağlamıştım. Ama, gene de, sabahleyin
kuyunun yanı başında bir yılan ölüsü bulmak istememiştim. Çünkü yılanın
öldürülmesi hayatımda o kayıp öpücük gibi bir eksiklik yaratacaktı. Bana
ona benzer, geçmeyen bir rahatsızlık verecekti.