30 Eylül 2017 Cumartesi

Ninemin sandıktaki yüzü

Her insan birçok insan olarak doğar, tek insan olarak ölür.

Alman feylesof Martin Heidegger’e (1889 - 1976), atfedilen bu söz acaba doğru mu veya ne kadar doğru?

Rahmetli ninem, onu kızdırdığımda, sağ elinin işaret parmağını sallayarak “Sandıktaki yüzümü çıkarırım haa,” derdi.

Aşağıda, sokak kapısının bulunduğu koridorda, büyük, siyah bir sandık vardı. Acaba ninemin diğer yüzü bu sandıkta mı saklıydı?

Üç-dört yaşındaydım. Bir gün aşağı süzülüp araştırmaya karar verdim. Ninem ortalıkta yokken, çaktırmadan merdivenlerden indim ve sandığın kapağını kaldırmaya çalıştım. Kalkmıyordu. El yapımı sandığın kapağı benim sıska kollarımın kaldırma gücünü aşıyordu.

Bir muammayı çözememiş; ama felsefeye ilk adımımı atmış olarak yukarı çıktım.

O zamanlar varlığından haberdar olmadığım Heidegger’in, belki de o zamanlar kendinin bile bilmediği bir şeyi öğrendim: İnsanın birden çok yüzü olabiliyordu. Bunlara sahip olmak için ninelik mertebesine ulaşmak gerekiyordu belki, ama bu işin özünü değiştirmiyordu.


Her insan birçok insan olarak doğar, tek insan olarak ölür.

Bence bu tespit doğru değil.

Bence, her insan birçok insan olarak doğar, birçok insan olarak yaşar ve birçok insan olarak ölür.

Bu insanların bazıları açıkta, bazıları gizlidir. Gizli olanlar bazen açığa çıkar. Açıkta olanlar gizlenir.

Hepsini herkes göremez. İnsanın en yakınındakiler bile. Hatta insanın kendisi bile sahip olduğu değişik insanların – bunlara “yüzler” de diyebiliriz – hepsinin varlığından haberdar değildir.

İnsan, çok sevdiği bir kadın için ayrı bir insan olabilir, mesela. O insan, sadece o kadına hastır. Onu başkaları göremez veya uzaktan görür veya varlığını hisseder. Ama sıkı fıkı olamaz. O insan, sadece o kişinin sevdiği kadın içindir.

Bazı insanlar için “O çok cimri” veya “Çok kalpsiz,” dendiğini duyabilirsiniz. Ama o “cimri” adamın okuttuğu gençler, onu cimri olarak bilmez. En “Çok kalpsiz” kişilerin bile yumuşak yönleri vardır. Köpeği ölünce günlerce ağlayan bir mafya patronu biliyorum.

Kimseyi gerçekten bilmek mümkün değildir.

İnsan kendini bile tam bilemez.

Mistiklerin veya din kitaplarının “Kendini bil” çağrısının kaynağı, belki insanın tekil değil çoğul olduğu bilgisidir. Sen kendini bilirsen, mükemmel olmadığını, iyi kötü, gizli aleni, adil zalim veya bunların karışımı bir sürü çeşitlemelerin olduğunu anlarsan, başkalarını anlaman kolaylaşır.

Başkalarını daha iyi anlayan, hayatı da daha iyi anlar. Daha iyi bir insan olur.

Neden kişi birden çoktur?

Sanırım, hayatın önüne fırlattığı zorlukları tek kişinin göğüslemesi imkânsız olduğu için. Kişi hayatta kalabilmek için aynı anda zalim ve sevecen, dürüst ve namussuz olmak zorundadır. Aynı anda ağlamalı ve gülmeli, öldürmeli ve okşamalı, kaçmalı ve kalıp savaşmalıdır.

Hayatta kalıp çoğalmak için geldik dünyaya, başka bir neden yok. Diğer bütün nedenler uydurmadır, kibir ve ukalalıktır.

Bu sebepledir ki; her insan birçok insan olarak doğar, birçok insan olarak yaşar ve birçok insan olarak ölür.

16 Eylül 2017 Cumartesi

Notlar ve bir şiir: Yaz olup geçti sanki

Bu yazı, salı günü yayımlanan yazımın devamıdır.
*
Nasıl bir insan olduğumuzdan sorumlu muyuz?
*
İnsanlar evrensel olduğuna inandığı değerlere ne kadar sıkı sıkıya bağlanırlarsa o kadar zalim ve acımasız olurlar. 
Leopardi
*
Rehberimiz olan değerler doğru mu?
*
-Senin telefonun neden hiç çalmıyor?

-Çünkü yanımda taşımıyorum.

-Neden?

-Hayatım, başkalarının istedikleri zaman içine girmelerine açık değil.

*
“Kar sinekliyordu.”
*
Yaşamını hep bir şey başarmayla ölçmeye odaklanmıştı.
*
Kişi yaşlandıkça her şey gibi uykusu da yaşlanıyor. Daha çok uyuyor veya daha çok uyuma gereksinimi duyuyor ama daha az dinleniyor.
*
Serçe daldan dala uçtukça kanatlarının değdiği kuru yapraklar yere dökülüyor.

*
İş hayatındaki başarısı, serveti, güzel evi, karısı ve çocukları ona yetmiyordu. Yaşanabilecek bütün zevkleri, biraz sapık ve yasak olsa bile, yaşamak istiyordu. Sanki gündüz başka, gece başka bir adamdı. Bir gece Picadilly’de onu şık bir tayyörün içinde, topuklu ayakkabılarla görsem şaşırmazdım. Eşi kolay gülen, hayatı oyun gibi bir kadındı. Onun bu zevklerine ortak olduğuna emindim.

*
Bir kış günü gelecek, yatakta onu biyot gibi ısıtacaktı.
*
Bu kadar gizemli ve güzel bir mekânda ölüm bir son olamazdı.
*
Kainat yoktan var oldu. Vardan da yok olabilir. Biz de.
*
Güneş günleri yaratır, ama güneşin günleri yoktur.
*
Eşitsizlik insanın icat ettiği bir şey değildir. Doğada hiçbir şey eşit değildir. Aynı cinsten olanlar– veya özellikle aynı cinsten olanlar – bile. Eşit olmama konusunda her şey eşittir.
*
Düşünceler : Yaratıcının tarlası.
*
Hayvanlarda utanma duygusu yoktur.
*
Sarışın kadın başını öne eğince saç diplerinden doğal renginin kestane olduğu ortaya çıkıyor.
*
Bizim aklımız karışık, suallerle doluyuz. Hayvanlar? Onlar sanki kainattaki yerlerinin ne olduğunu biliyorlar.
*
Kelimelerin dünyası gerçek dünyadan ayrı, başka bir dünyadır.
*
Hayvanlar dünyayı sessizlikle tanımlar, insanlar kelimelerle.

Hayvanların kelimeleri yok. Belki bizim kelimelerle aradığımızı onlar biliyorlar. O bilgi ile doğuyorlar.
*
Bir kadınla bir erkeğin birbirlerine verebileceği şeyler kısıtlıdır.
*
Düşünürsek ... Derin ve uzun düşünürsek ... Sonunda hepimizin varacağı sonuç aynıdır.
*
Başlangıçtan beri cinsellikleri uyuşmadı. Neden bundan bahsetmeye çekiniyor? Erkek cinsel olarak hâkim olmadığı bir kadına sahip olamaz. O kadın parmaklarının arasından kayıp gider.
*
Ağaçlar her şeyi sessiz yapar.
*
Bilgi anlamaya yaramaz. Bilinmeyen başka şeyleri aramaya yarar.
*
Doğadan bir şey almadan zenginleşilmiyor. Alınan ölçüsüz. Misafirler gelmeden pişirilen yemeği yemek gibi.
*
Sessiz bir aşk bu. Kelimeleri var ama sesi yok.
*
“Vatansız bir kişi bahçesiz bir bülbüldür.”

Tajik
*
Birkaç gün önce bana e-mail gönderen tıp doktoru Bülent Celasun’un sitesine girdim ve bir şiirle karşılaştım. Celasun nasıl bir doktor bilmiyorum ama çok iyi bir şair veya şair filizi olduğuna şüphem yok.

Paylaşıyorum:

Bir Şey

Bir şey kırıldı

Kim bilir koptu belki

Zincir desem değil

Ne de sahibi belli.

Öyle ortalıkta bir şey

Eskimeden bitmiş işi

Parlayıp dururdu geceleri

Yaz olup geçti sanki.

Dün tam oradaydı, gördüm

Hep durduğu yerde, ışıl ışıl

Ne olur dokunsam dedim

Yok şimdi.

12 Eylül 2017 Salı

Notlar: Ceylan iken aslan aramak

Benim için yazı yazmak cebimde not defteri ve kalemle dolaşmak demektir.

Çoğu zaman pijamamın cebinde bile defter ve kalem vardır.

Nerede ne duyacağımı, ne göreceğimi, ne düşüneceğimi bilmediğim ve hafızama güvenmediğim için gereklidir bu yük.

Konuşmak insanın en iyi bildiği şeylerden biridir.

Bazen, bir şeyi anlatırken birinden en maharetli yazarların bile aklına gelmeyecek güzellikte cümleler duyarsınız. Onlar bunun farkında değildir, ama ben farkındayım.

Bazen aklınızdan, bir deve kervanı gibi emin adımlarla ilerleyen düşünceler, anılar geçer.

Bazen bir şeyin tarifini bulursunuz; çünkü yazar olmak her zaman “Bunu yazacak olsaydım nasıl yazardım,” tarzında düşünmektir.

Kimi zaman aldığım bu notları yazılarımda kullanırım. Kimi zaman öylece orada dururlar.

Not defterlerim biriktikçe birikti. İçlerinde sadece bu tür notlar yok. Alışveriş listeleri, söyleşi notları, başlanıp bitirilmemiş köşe yazıları ve başka şeyler de var.

Geçenlerde içlerinden yazı notlarını ayıklayıp bu defterleri atmaya giriştim.

Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için bazılarını aşağıya aldım.
*
Gerçek kolay değildir. Kolay olan hayaldir.
*
Beton ağaçların tanıdığı bir madde değil.
*
Dal bir yerde uzamasını durdurmak zorundadır, aksi takdirde kırılır.
*
Her şeyin orijinal halinden ne kadar uzak olduğunun farkında mısınız?
*
Bütün canlıların yok olmamaları için doğuştan bazı donanımlara sahip olmaları gerekir. Akıl bunların en önemlisidir.
*
Bulutlar olmasaydı dağlar bu kadar güzel olmazdı.
*
Âşık olmak istiyor musunuz? O zaman doğaya âşık olun.
*
Çiğken koparılmış bir meyve gibi yarım kalmış.
*
İki işçi arasında duvar yaparken geçen konuşma:

- Hayatımda bir defa kız arkadaşım oldu. O da üç saat sürdü.

- Neden lan?

- Karımmış gibi her şeyi istiyor.

- İsteyiciymiş demek.
*
Onu daha az sevmek için kusurlarını hatırlamaya çalışıyorum, ama aklıma bir şey gelmiyor.
*
Tespih gibi arka arkaya dizilmiş sıkıcı günler.
*
Güneşte yapraklar, denizin içindeki balıklar gibi ışıldıyordu.
*
“Teknelerin beyaz olması çok isabetli, suya çok yakışıyor.”
*
“En büyük oğlum çok güzel fotoğraf çeker,” dedi kadın.

Az sonra.

“Çok şükür midem çok sağlam. İstediğimi yiyebiliyorum. Dışarıya gittiğimde yeni tatlar tadabiliyorum.”

Sonra:

“Ceylanken aslan arardım. İnsan yaşlanınca beklentilerini indiriyor.”
*
“Rüzgâr suya hüzünlü şarkılar söylemesini öğretti.”
*
Güneş bulutla gölgeyi bir araya getiriyor. Başımı kaldırınca uzaklarda, ağaçların gerisinde üst üste yığılmış bulutlar görüyorum, güneş vuran yerler beyaz, altları kül rengi.

Ayak seslerini duyuyorum ve kendimi seni görmenin zevkine hazırlıyorum.

Gelip sandalyenin ucuna ilişiyorsun ve başını çevirip bana bakıyorsun. Belki mutfakta bir işi bitirip geldin. Belki yazı yazmaya oturdun ama dışarıda olmak daha çekici geldi. Hayal olmaman ne güzel. Elimi uzatıp sana dokunabilirim. Uzanıp seni boynundan koklayabilirim, sıcaklığının kokusunu içime çekebilirim. Elimi elbisenden içeri sokabilirim, başımı kucağına koyabilirim. Bahçemin verdiği gibi bir özgürlük verdin bana. Varlığının sunduğu her şeyin tadını çıkartma özgürlüğü bu.
*
İnsanı bekleyen budur. Hayat akan bir sudur.
*
Seksin çağrısı geliyor, yaprakların arasında vızıldayan arılar gibi ısrarlı, kesintisiz, güçlü, istediğini almaya kararlı.
*
Bir kuşun camla çarpıştığında çıkardığı ses gibi.
*
“Yerde yatıyorsan düşemezsin.”
*
Ağaçlar yaşlarını gövdelerinin içinde saklar.
*
Ağaç tohumlarını ekiyorsun. Her biri diğerinin tıpatıp benzeri gibi. Ama topraktan değişik zamanlarda çıkıyorlar ve her birinin aldığı şekil, ulaştığı yükseklik değişik.

Beklentiler gibi - beklenildiği gibi çıkmamış.
*
Gün ışığına doyamıyorum. Karanlığa kadar bahçede oturuyorum.
*
İnsan olma durumundan bıktım. Artık başka bir şey olmak istiyorum.
*
Kırk dokuz yaşında, ne genç ne yaşlıydı.
*
Yıllar kara parayı yıkar, beyazlaştırır.
*
“Paradan başka bir şey düşünmeyen kişinin dürüst olması mümkün değildir.”
*
Rüzgârın her buyruğunu yerine getiren başaklar, sabırlı ağaçlar, kısa ömürlü çiçekler, tutunmaya çalışan otlar.
*
Çam altı yumuşağı yerler.
*
Güneşle sırılsıklam.
*
Çiçekteki polenin arıları kendine çektiği gibi, insanlarda karşı cinsi çeken, görünmeyen, gizli bir şey var.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Ben nasıl ben oldum diye sormak

Romancı Catherine Lacey’e “Yazar olmak nedir?” diye sorulduğunda “Hayatını araştırıyor olmaktır,” demiş.

Biraz Sokrates’in (M.Ö. 470/469 – 399) “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez,” sözünü andırıyor ama aynı şeyi mi kastediyorlar, emin değilim.

Belki aynı şeyi kast ediyorlar, belki etmiyorlar.

İkisini de sorgulamak mümkün değil.

Biri Amerika’da yaşıyor. Diğeri öleli, daha doğrusu, Atinalılar tarafından ölüm cezasına çarptırılıp baldıran zehri içerek kendi hayatını almaya mahkûm edileli, neredeyse 2.500 yıl oldu.

Sanırım, hayatını araştırıyor olmak “Ben nasıl ben oldum,” sorusunun cevabını bulmaya çalışmaktır.

Bütün romanlar otobiyografik olduğu için bir romancının neden hayatını araştırdığını anlamak kolaydır.

Roman bir havuz ise yazar, içindeki kuyuya her gün kovasını atıp bu havuza su çeken kişidir.

İnsanın hayatındaki her şey o kuyudadır:

Yazarın doğup insan haline gelmesinin öyküsü. Bütün gündüzleri ve geceleri. Korkuları ve endişeleri. Uykuları ve uyanışları, önüne çıkanlar ve çıkmayanlar, sevgililer ve nefretliler, ait olduğu din, idaresinde bulunduğu hükümetler, içinde yaşadığı ülke.

Bilinenler ve bilinmeyenler. Arananlar ve bulunanlar veya bulunmayanlar. Hastalıklar ve iyilikler. Ümitler ve ümitsizlikler. Unutulanlar ve hatırlananlar. Her şey ama her şey oradadır.

Romanın karakterleri, yazarın hayatta karşılaştığı kişiler veya o kişilerin biraz değiştirilmiş şekilleridir. Roman ise düşüncelerin ve karşılaşmaların çakmak taşından çıkan bir kıvılcımın yangına dönüşmesidir.

Sonra, yazar ölür ve kuyu kurur, mutfak penceremin önündeki kuyu gibi.

Sokrates’e gelince... O, her şeyi sorgulayan biri idi. Ama sorgulanmamış hayatı neden yaşamaya değmez bulmuştu? Bunu açıklamadı.

Şu nedenle olabilir mi?

İnsanın önce kendini öğrenmesi, bilmesi gerekir.

Kendini bilmeyen başkalarını da bilemez.

Eski Mısır’da Luksor’daki tapınağın iç bölümünde “İnsanoğlu, kendini bil ki tanrıları da bilebilesin,” yazarmış.

Kendini de tanrıları da bilmeyen neyi bilebilir?

Bilmeye başlamak kendini bilmekle başlar, bunun yolu da hayatımızı incelemektir.

Bunu artık biliyoruz.

Ama incelenmiş hayat yaşamaya değer mi?

Bunu bilmiyoruz.

Ne Sokrates bu konuda bir şey söylüyor ne de Lacey.

5 Eylül 2017 Salı

Vücudumun anıları

New York Review of Books’un “şiddet ve gaddarlığın lirik yazarı” olarak tarif ettiği Roxane Gay biseksüeldir.

Boyu 1.80’den uzundur. Süper obezdir.

Gay, on iki yaşında bir grup oğlanın tecavüzüne uğradı. Kilo problemi bu olaydan sonra başladı. Yeni kitabının* konusu bu iki “ayıp” tır.

Irzına geçilmesine öncülük eden sevdiği, onun da onu sevdiğini sandığı oğlandı. 


O olaydan sonra: “Her geçen günle kendimden daha çok nefret ettim,” diye yazıyor Gay. “Kendimden daha çok iğrendim. Ondan (oğlandan) uzaklaşamıyordum. O oğlanların yaptığından uzaklaşamıyordum. Kokularını duyuyordum, ağızlarını ve dillerini, ellerini ve kaba vücutlarını ve acımasız tenlerini hissediyordum. Bana söyledikleri korkunç şeyler kulaklarımdan eksilmiyordu. Sesleri, durmaksızın, hep benimle beraberdi,.”

Kendinden nefret etmek, onun için nefes almak gibi doğal olmuştu.

Şimdi 43 yaşında olan Gay, utandığı ve kendini suçladığı için tecavüze uğradığını yıllarca kimseye anlatmadı. “Zalim iştahları olan bir adam için et ve kemikten başka bir şey olmamanın” ne anlama geldiğini çözmeye çalıştı.

“O çocuklar bana bir hiçmişim gibi davrandı ve sonuçta hiç oldum,” diye yazıyor.

Olaydan önce, çocuk kitapları okuyan, kiliseye giden, cici elbiseler giyip fotoğraf çekilirken gülümseyen güzel bir kızdı. Gülümsemeyi bıraktı. Vücudunu, üstüne büyük gelen erkek elbiseleri içinde saklamaya başladı. Kilo almaya başladı. Kendini aşılmaz bir “kale haline” getirmek istiyordu.

“Şişman değildim. Kendimi şişman yaptım. Vücudum lenduha gibi, içine girilemez bir kitle olsun istedim. Ben diğer kızlar gibi değilim, diyordum kendime. İstediğimi yiyebilirdim, onların istediğini de. O kadar özgürdüm ki... Kendi eserim olan bir hapishanenin içinde hürdüm.”

Elli kilo aldı. Sonra bir elli kilo. Sonra bir elli daha. Şimdi 225 kilo civarında ve uçaklarda, restoranlarda, otobüslerde, her yerde iriliğinin problemlerini yaşıyor.

“Ne cesurum ne de kahramanım. Güçlü de değilim. Özel de değilim. Ben sayısız başka kadının başından geçen bir şeyi yaşamış bir kadınım,” diye yazıyor.

*

Bir erkeğin kadın olmayı anlaması mümkün mü?

Karnında çocuk taşımayı, tecavüze uğramayı, ensest kurbanı olmayı, dayak yemeyi, ikinci gelmeyi?

Zalim iştahları olan adamlar için et ve kemikten başka bir şey olmamayı?
 
Özellikle Türkiye gibi dinin ve geleneklerin kadınları arka sıralara ittiği bir ülkede?

Ne yazık ki Roxane Gay gibi çıkıp anılarını yazanlar yok.

Baba dayağı ile büyüyenler, antidepresanların bulanıklığında yaşamaya mahkûm edilenler, çocukluklarında tenha köşelerde akrabaları tarafından sıkıştırılanlar, ırzına geçilenler, sebepsiz işini kaybedenler, cezaevlerinde yatanlar susuyorlar.

Bu sessizlikten dolayı kimseyi suçlayamayız; çünkü birisi çıkıp “Vücudumun Anıları” gibi bir kitap yazsa başına kim bilir başka ne “anılar“ gelir.

Türkiye, kim bilir kaç yıl daha kendisi bir suçlama olan bir sessizlik içinde yaşamaya devam edecek.

---

*Hunger: A Memoir of (My) Body /Açlık: Vücudumun Anıları

Alıntılar New York Review of Books’un Ağustos 17-Eylül 27, 2017 sayısındaki, Cathleen Schine’ın yazısındandır.

2020 - 2023


ZAMANSIZ YAZILAR