İnsan, sadece bir ülkeyi sevebilir.
Doğduğu, dilini öğrenerek, yemeklerini tadarak, doğasını koklayarak, tarihini kendi hikâyesinin geçmişi yaparak büyüdüğü yerdir bu ülke.
Bu ülke yaşanmaz hale gelebilir. İnsan oradan kaçıp başka bir ülkeye yerleşebilir, ama orasını kendi ülkesi kadar sevemez.
Aslında terk ettiği ülke değil bir olay, bir rejim, hatta bir kişidir. Belki, tek, o olay ve rejimi yaratan kişi.
İğretidir kaçtığı yerde. Oraya kendi ülkesine olduğu kadar ait olamaz. Oradan aldığı zevk ile ülkesine duyduğu özlem sürekli çekişme halindedir, bitmeyen bir halat çekme oyunu gibi.
Hiçbir ülkenin sıcağı kendi ülkesininkine benzemez, meyvelerinde aynı tadı bulamaz, ormanları başka kokar, kuşları başka öter, denizlerinde başka balıklar yüzer. Bulutları bile sanki farklıdır.
Yabancı ülkelerde aynı milletin insanlarının komün halinde veya birbirine yakın yaşaması bundandır.
Türk, Türk’e yakın yaşarsa birazcık da Türkiye’de yaşar.
Bu yetişkinler için böyledir. Çocuklar, ağaç değil tohum oldukları için, herhangi bir ülkeyi kendi ülkeleri yapabilir.
Bilmiyorum, biliyor muydun? Çocuk beyni herhangi bir dili aynı kolaylıkla öğrenebilecek yapıdadır. Letonya’da doğan bir çocuğu Maorilere ver, hemen Maori dili öğrenir.
Çocuk, uzayda başka bir gezegende, başka yaratıklara evlatlık verilse onların dilini de öğrenir sanırım.
*
Yanılıyor olabilirim.
“İnsan sadece bir ülkeyi sevebilir,” sözü, 2003’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee’ye aittir.
Coetzee 2002’de Avustralya’da Adelaide kentine taşındı ve 2006’da Avustralya vatandaşı oldu.
Belki ona fikrini değiştirip değiştirmediğini sormak lazım: İnsan, gerçekten sadece bir ülkeyi mi sevebilir? Yoksa sevdiği ülkenin kana, adaletsizliğe ve yeise bulanması halinde, bir aşkı bitince başkasına tutulur gibi, ülkesine olan sevgisini başka bir ülkeye aktarabilir mi?
Sanmıyorum. Ama hiçbir şeyden emin olmadığım gibi bundan da emin değilim.
*
Bunları yazma amacım seni teşvik etmek veya vazgeçirmek değil. Öylece yazdım aklıma gelenleri.
Bir arkadaşım vardı, eşi ile beraber, evlerini o kadar seviyorlardı ki tatile çıkarken bir ayakları ileri, diğeri geri giderdi.
Daha havaalanına varmadan “Evimiz gibisi yok,” derlerdi.
Cuma akşamı, Antalya’dan, iki saat gecikmeli Pegasus uçağıyla adaya dönerken hatırladım. Galiba ben de onlar gibi olmuştum.
Dinlenmek için değil, adanın insafsız temmuz sıcağından kurtulmak, üşümek için tatile çıkmıştım.
Bir dergide Antalya’nın kuzeyindeki Toroslar'da İbradı ilçesinde, Ormana isimli, eski taş evlerin bulunduğu bir köy ve bu köyde Ormana Active adlı küçük bir otel olduğunu okumuştum.
Hamam suyuna dönen denizde terleyerek yüzerken ağaçların arasında üşüyerek birkaç gün geçirme düşüncesi, gittikçe çekici gelmeye başladı.
Arkadaşım her şeyi organize etti ve havaalanından kiralık bir arabayla oraya gittik. Yolculuk bizim pek Formula One olmayan hızımızla üç saat kadar sürdü. Antalya-Manavgat arasında trafik kâbus gibiydi. Manavgat’tan kuzeye, Konya yönüne dönünce hafifledi. Sedir ve servi ağaçlarının arasındaki dağ yoluna sapınca neredeyse yok oldu. Araç seslerinin yerini, tenha yerlerde yazın melodisi olan ağustosböceklerinin yoğun cırcırları aldı.
Bir şey dışında her şey umduğum gibi, hatta umduğumdan da güzeldi: Dağ, gündüzleri neredeyse Kıbrıs kadar sıcaktı.
Gene de geceleri klimasız uyumak, hatta sabaha karşı hafifçe üşümek, büyük bir rahatlıktı.
Ağaçlı bahçeleriyle Ormana gerçekten güzeldi.
Ermeniler yok olmuştu, ama taş ve sedir ağacı odunundan yapılmış evleri hâlâ duruyordu. Yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen kaldığımız iki katlı yapı sedir kokuyordu. Bana odununun kokusunu içinde saklayan asırlık sandıkları hatırlattı.
Ormana Active, biri lokanta olan birkaç binadan müteşekkil. Kaldığımız yerden lokantaya gitmek için sağında ve solunda birer kahvehane bulunan bir caddeden geçiliyor. Hangi kahvede oturulduğunu güneş tayin ediyor. Sabahları gölgede kalan doğudaki revaçta, öğleden sonraları batıdaki. Akşamleyin müşteriler paylaşılıyor.
Kahvehanelerde kadın olmadığını söylemek gerekmez belki, ama söyleyeyim çünkü Türkiye’nin asık suratlı olmasının en büyük nedeni kadınsız erkekler ve mekânlardır.
Ormana, Eski Yunan’dan kalma Erymna üzerine kurulu bir yerleşim yeri. Eski kentten neredeyse hiçbir şey kalmamış.
Günlerimizi araba ile ormanlık çevreyi dolaşarak geçirdik. Dağlar muhteşemdi. Her gün vadiye indik ve Üzümdere’de yıkanmaya çalıştık. Sakin akan su, donma derecesine yakın olduğu için bir defada içinde on beş-yirmi saniyeden uzun durmak mümkün değildi.
Otelin lokantasında tanıştığımız Ormanalı bir adam, her gün Üzümdere’de yüzdüğünü ve suda altı dakika kaldığını anlattı. Temizlenmek ve arınmak için camiye değil suya gidiyormuş. Dere bir dua imiş.
Su ile maceramızdan sonra dere kenarındaki ilkel bir lokantada, çınar ağaçlarının altında alabalık yedik.
Binanın çevresindeki çınarlar numaralıydı. Lokanta yapılırken duvara değen asırlık bir çınarı kesmişler, Orman İdaresi diğerlerinin kesilmesini önlemek için su kenarındaki yirmiye yakın çınarı numaralamıştı.
Güneşin sıcaklığı ormanın kokusunu azdırıyordu, ağaçlar arasında en güzel kokan çınardı.
Dua olan sadece su değildi. Dağda; görmeyen, duymayan, koku almayan, para karşılığında yapmayacağı hiçbir şey olmayan insan dışında, her şey dua idi.
Sanırım Ormana’ya tekrar gideceğim. Bu defa muhtemelen mayısta, ilkbahar çiçeklerini görmek için.
NOT: Ormana Active (http://www.ormanaactive.com/tr/anasayfa) Türkiye’deki en güzel küçük otellerden biridir. Çift için oda kahvaltı günlük 180 lira. Biz beş gece için, akşam yemekleri dahil, 1400 lira ödedik. Lokantanın kendi ekmek ve pidelerini pişirdiği taş fırını var. Her gün çevrede yetişen sebzelerle sulu yemek pişiriliyor. On iki tabak özenle seçilmiş peynir, zeytin, ev reçeli, bal ve köy yumurtası ile kahvaltı da özellikle övülmeye değer.
Bahçede kuşlar, yılanlar, fareler ve susayan diğer yaratıklar için taştan oyma üç kap var.
Eve en uzak olanından başlayacak olursam …
Birincisi, su deposu çeşmesinin altında duruyor.
İkincisi, büyük bir çakıldan oyulmuş, eski bir havan. Bahçe kapısına yakın düz bir kaya çıkıntısının üstünde duruyor.
Üçüncüsü, biber ağacının dallarının üstüne düştüğü, ince bir sütun parçası üstünde duruyor. Zarif, küçükçe.
Hikâyem, bir gün, denizden yassı, beyaz çakıl taşları toplayıp gerdanlık gibi çevresine dizdiğim bu havanla başlıyor.
Birkaç gün sonra bazı taşların yerlerinde durmadıklarını gördüm. Dört beş taş yere düşmüştü, birkaç taş kabın içinde idi.
Kuşlar, konarken bazı taşları düşürmüş olabilirlerdi. Ama çakıl taşları havanın içine nasıl girmişti?
Bahçede benden başka kimse yok. Birinin, ben fark etmeden, kabın içine taş koyma amacıyla bahçeye gireceğini düşünemiyordum.
Taşları eski yerlerine yerleştirip kaba su doldurdum ve başımı kaşıyarak eve döndüm.
Su kabının içine taşları koysa koysa suyu yükseltmek için kargalar koymuş olabilir, diye düşündüm.
Bahçe kapısına yakın duran ve üç kap arasında en hacimli olan havanın suyu sürekli kirlenip yeşil-kara bir renk alıyor, pis pis kokmaya başlıyordu.
Bir süre dedektiflik yaptıktan sonra, bunun kargaların işi olduğunu keşfettim.
Kargalar sert şeyleri yenebilir hale getirmek için buraya atıp yumuşatıyorlardı. Bazen, suda, bir süre sonra kaybolan büyük ekmek parçaları görüyordum.
Bir gün, ağzında bir ekmek parçası ile kabın kenarında oturan bir karga görünce bu teorim doğrulandı.
Fakat birkaç kere pusuya yattıysam da kargaları, çakıl taşlarını kaba koyarken göremedim.
Ama kanıt başka bir yerden geldi.
Birkaç gün önce bir konuyu araştırırken Aelian adlı Romalı bir yazarın “Hayvanların Özellikleri” adlı kitabıyla karşılaştım.
Aelian hakkında, Milattan Sonra yaklaşık 175 yılında doğup 235 yılında ölmesi ve Romalı olmasına rağmen kitaplarını Yunanca yazması dışında, hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor.
Aelian’ın kitabında, kargalar hakkında, çoğu başka yazarların kitaplarından derlenmiş, birkaç madde var.
Bunların birinde Aelian, karga yumurtasının saçları siyahlaştırdığını “öğrendiğini” yazıyordu.
“Ama,” diye devam ediyordu, “saçını bu şekilde boyayan kişinin ağzında biraz zeytinyağı olması ve çenesini sıkı sıkıya kapalı tutması çok önemlidir. Aksi takdirde dişler de saçlar gibi kararır ve onları bir daha beyazlaştırmak mümkün olmaz.”
Saçlarımı karga yumurtası veya başka bir şeyle boyamak gibi bir niyetim olmadığı için Aelian’ın Libya kargaları hakkında yazdıkları daha çok ilgimi çekti.
Libyalılar, su çekip testilerini doldurduktan sonra dama, temiz havaya koyarlarmış. Kargalar, girebildiği kadar gagalarını sokar, susuzluklarını bu testilerden giderirlermiş. Su seviyesi erişemeyecekleri kadar alçaldığında gagaları ve pençeleri ile çakıl taşı taşır, bu toprak kapların içine atarlarmış.
“Taşlar ağırlıklarından dolayı batarken su onların yarattığı basınç nedeniyle yükselir,” diye yazmış Aelian. “Bu olağanüstü maharetli tertibat sayesinde kargalar suya kavuşur. Demek ki, esrarengiz bir içgüdüyle, bir mekânın iki nesne içermeyeceğini biliyorlar.”
Ne diyorsunuz?
Bu arada, bahçemdeki kaplarla ilgili olarak gözünüzden bir ayrıntı kaçmasın. Kargalar sert yiyecekler için sadece bir kabı kullanıyorlar. Sütunun üzerindekini kirletip suyunu içilmez hale getirmiyorlar. Üçüncüyü ise, deponun altında pusuda yılan veya kedi olabileceği için hiç kullanmıyorlar.
Demek ki kargalar biraz fizik bilmek yanında kaynak yönetimini de biliyorlar: Bahçeye koyduğum suları akıllıca kullanarak sürdürülebilir bir kaynak haline getirdiler.
Kendisi için hayati olan kaynakları süratle tüketen ve kirleten insan için iyi bir ders.
İnsan, yaz gelince kışın soğuğunu, kış gelince yazın sıcağını çarçabuk unutuverir ama her ikisi de geri döner, kendini hatırlatır.
Biri dağa, diğeri denize bakan iki pencere arasındaki esintiyi almak için yastıkları yatağın ayak ucuna taşıdım, ama esinti yok.
Dışarıdan içeriye ağustos böceklerinin sesinden başka bir şey girmiyor.
Perdeler, sokağa çıkmalarına izin verilmemiş çocuklar gibi omuzları düşük, somurtuyor.
Başımın altında üç yastık, kitap okuyorum. Terden ıslanınca yastığı ters çeviriyorum. Boynumda terden bir gerdanlık var, tişörtüm vücuduma yapışık.
Klimayı çalıştırabilirim ama klima veya serinlik verecek başka bir aygıtın bulunmadığı lise yıllarımdaki kitap okumalı sıcak yaz öğleden sonralarını yeniden yaşamak için açmıyorum.
Saat bir ile dört arasında Lefkoşa’da dükkânlar kapanır, herkes eve çekilir, yemekten sonra uykuya yatardı. Güneşin tecili olmayan bir sıcakla cezalandırdığı sokaklarda gölgeler duvar diplerine çekilir, asfalt yer yer erir, kediler, köpekler ortadan kaybolurdu.
Ben uyumazdım, çünkü her uyuduğumda derin ve açıklaması olmayan bir depresyonla uyanırdım. Ev halkı uyurken kitap okurdum.
O öğleden sonraları okumalarından en iyi hatırladığım Aylak Adam’dır. Numan amcamın kitapları arasında bulmuştum, bugün Türk klasikleri arasında olan, lakayt yayınevlerinin bir sürü yazım hatasını vurdumduymazlıkla düzeltmeden basmaya devam ettiği bu kitabı.
Daha yaprakları kesilmemişti.
Loş odada, yatakta sırt üstü yatışımı, akşamüstünün yaklaşmasını, kırlangıçların keskin cıvıltısını, tellal Avrayimi’nin o akşam yazlık Halk Sineması’nda oynanacak filmleri bağırarak geçmesini, çok iyi hatırlıyorum.
Ondan önce de, sonra da hiçbir kitap tarafından bu kadar etkilenmedim.
Yusuf Atılgan’ın (1921-1989) Aylak Adam’ı o gün - o beyaz çarşaflı sert yatağın üstünde - beni içine aldı ve bir daha dışarı bırakmadı.
Birkaç yılda bir yeniden okurum. En az yirmi kez okumuşumdur; toplumun, tekrarın ve zamanın alt edemeyeceği bir aşkı, onunla paylaşacak kadını arayan C’nin öyküsünü.
O günlerde evlerde veya başka bir yerde sıcağı kovan aygıtlar yoktu. Yelpazeler vardı, hurma dalından ve yaprağından yapılmış. Sandalyelerin üstünde dururlardı. İsteyen alıp sallardı. Ziyaret günlerinde misafirlere sunulurdu. Yelpazeler sallanır, kahveler içilir, kayısı, ceviz macunları yenirken kadınlar yüksek pencerelerden gelecek bir esinti kırıntısını beklerdi.
O günleri hatırlamak sanki sıcağı arkadaşlaştırıyor. Ama o günleri fazla hatırlamaya gelmez, çünkü hemen hemen herkes suretini siyah beyaz fotoğraflarda bırakarak göçtü. Hisar içindeki birçok ev yıkıldı, ayakta kalanların içinde başka aileler yaşıyor, sokaklarında başka çocuklar oynuyor, başka aksanlar hatta dillerde konuşarak.
Aylak Adam hiç değişmedi ama. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış, yaşlanmadan ve ümitsizliğe kapılmadan bitmeyecek aşkı arıyor ve buluncaya kadar İstanbul’un sokaklarını arşınlayacak. Aile ve toplumun dışında, bir tek o yaşıyor, yabancılaşmış ve yalnız, bir tek o, bulunmaya değen tek şeyi arıyor.
Bir gün muhakkak “onu” bulacak, ama istediği iki kişilik dünyayı kurabilecekler mi?
Bitmeyen tek aşk, kavuşamayanların aşkı değil mi?
Yolculuk, erişmekten önemli olabilir mi?
Varmak, başlangıç değil sondur, değil mi?
Hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Sıcak.
Ağustos böcekleri ötüyor, buzdolabının motoru çalışıyor.
Terliyorum. Ama kendi evimde terliyorum.
Buzdolabından soğuk bir şişe su çıkarıp bardağa doldurabilirim ve soğuk camı ara sıra yanağıma değdirerek suyu içebilirim. Soğuk karpuz dilimleyebilirim.
Üst kata çıkıp klimanın serinliğinde uyuyabilirim. Kalkınca çay yapabilirim, ekmek kızartıp üzerine bal sürüp yiyebilirim. Svetlana Alexievich’in kitabını okumaya devam edebilirim ve güneş pembe toz serperek ufukta batarken arabama binip çakıllı koyda yüzmeye gidebilirim.
Veya bütün bunlardan başka şeyler yaparım.
Hürüm.
Ama aklıma hapisteki arkadaşlarım, tanıdıklarım veya sadece yazılarından, konuşmalarından ve fotoğraflarından bildiklerim geliyor ve bu özgürlüğün üzerine kara bulutlar toplanıyor.
Herkesten önce, üniversiteden beri arkadaşım olan Şahin Alpay. Aynı gazetede çalıştığımız Musa Kart, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel. Yan yana gazetecilik yaptığım Ahmet Altan ve Mehmet Altan. Köşe yazılarındaki düşüncelerinden ve kibrinden tiksindiğim ama hiçbir zaman kötülüğünü, susturulmasını istemediğim Mümtaz’er Türköne. Ali Bulaç.
Hiç karşılaşmadığım ama saygı duyduğum Selahattin Demirtaş. Figen Yüksekdağ.
Bu sıcak günde, şu anda ne yapıyorlar?
İnsan her yere alışır. Bunu, dağ başında aç, sefil ve pireli geçen mücahitlik yıllarımdan biliyorum. İki yıl Erenköy’de Trodos Dağları’nın eteklerinde, Rum askerleriyle sarılı hapiste gibiydik. Ama hürdük.
Hapishane, Türk yönetim sisteminde neredeyse her zaman parlamento kadar önemli bir kurum oldu. Belki, daha önemli.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye’nin hapishaneleri hiç boş kalmadı.
Türkiye, hiçbir zaman hukuk devleti olmadı.
Yargı, hiçbir zaman bağımsız olmadı.
“Kanunsuz suç ve ceza olmaz; herkes suçluluğu yargı önünde kanıtlanıncaya kadar masumdur,” gibi uygarlığın ana hukuk kuralları, Türkiye’de hiçbir zaman uygulanmadı.
Ve her zaman gazeteciler ve politikacılar hücrelerin baş müşterisi oldular.
Hapishanelerde yüzden fazla gazeteci olduğu, Türkiye’nin bu konuda, Çin’i bile arkada bıraktığı söyleniyor.
Bütün cumhuriyet tarihi boyunca – altı sene sonra yüz yıl olacak – Türkiye’nin vebası olan rüşvet ve yolsuzluktan kaç kişi kovuşturuldu, kaç kişi hüküm giydi? Kaç rüşvetçi kaç yıl hapis yattı yargıç önüne çıkmayı beklerken?
Bir isim söyleyin bana. Bir tek isim!
Yasalar rüşvetçileri korumakta, söz hürriyetini korumaktan daha titizdir.
Hapiste geçirdiğiniz günleri hatırlayın Sayın Erdoğan.
Sizi hapse kapatanlar, ne kadar amaçlarına ulaştıysa siz de başkalarını hapsederek o kadar amacınıza ulaşacaksınız.
Darbe girişiminde bulunanlar, can alanlar cezalandırılsın ama diğer on binlerce insan?
Boş yere onlara, ailelerine, onları sevenlere eziyet ettirmekten vazgeçin.
Türkiye’nin huzura kavuşması, hapishanelerin dolmasına değil boşalmasına bağlıdır.
*
İşte böyle arkadaşlar.
Yüreğinize su serpmediğimi biliyorum. Türkiye’nin yüreklere serpilecek suyu kalmadı.
Ama düşünülmüyorsunuz sanmayın. Unutulmadınız, düşünülüyorsunuz, seviliyorsunuz ve sayılıyorsunuz.
Bir de benden duyun istedim.
Artık bunu iyice anladım.
Bana bir Metin Münir yetmiyor. En az beş Metin Münir’e ihtiyacım var.
Birisi, bu yazıyı yazacak.
Birisi, badem ağacının altında veya balkonda, hangisi daha serinse, Elif Batuman’ın The Posessed (Ecinniler) adlı kitabını okuyacak.
Birisi, çok az kişinin bildiği yerlerde bostan karpuzu aramaya, ardından Andız’da öğle yemeğine gidecek.
Birisi, denizde yüzecek.
Birisi, (karşı cinsten olmak şartıyla) başka biriyle yatakta kıkırdayacak.
Ve ben bütün bunların tadını aynı zamanda alacağım.
İstediğim her şeyi yapmaya yetmediğim için, bir süreden beri bunu düşünüyorum ve aklımda bu projeyi ayrıntılıyorum.
Yukarıdaki faaliyetleri değiştirme gücüm de olacak, diye tasarlıyorum.
Örneğin, diğer benlerden birini Batuman’ı okumaya değil, Lorenzo Vigas’ın From Afar filmini izlemeye yollayabilirim.
Birini sürekli angaryaya koşabilirim. Bankaya gider, arabayı yıkatır, bulaşık makinesini boşaltır, zamanında ilaç içmeyi hatırlar, kısaltmak için terziye pantolon götürür (eskiden boyum uzuyordu, şimdi kısalıyor, grrrrr!), bahçeyi sular, para biriktirir, postaneye gider.
Bir süre beşimiz badem ağacının altında şezlonglarda oturup kitap okur (aksi takdirde büyümekte olan bu kitap dağı hiçbir zaman alçalmayacak), ara sıra angarya işlerine bakan MM’nin getirdiği buzlu mülver* çiçeği suyunu içeriz.
Belki başka işler de yaparız. Benim tek başıma yapamayacağım. Mesela, beşimiz bir olup beni kazıklayan boyacıyı tenha bir yerde eşek sudan gelinceye kadar döver miyiz?
Yok. Yok. Bu iyi bir fikir değil.
Belki içlerinden birini kayırırım. O gün dağıtacağım görevlerden en zevklisini ona veririm. Hayalini kurup da gerçekleştiremediğim bütün yolculuklara onu çıkarırım. Birkaç hafta sonra Toroslar’a tatile gittiğimde, gerisi adada kalıp bahçeyi sular ve kediye bakar.
Uzayda yaşama uygun olan bir sürü gezegen bulunmuş. Belki bunlardan birinde, kendini çoğaltma yeteneğine sahip insan benzeri yaratıklar yaşıyordur.
İyi de burası, orası değil. Diğer dört MM’yi nerede bulacağız?
Bulmalı mıyız?
İyi bir soru.
Bi dakka!
Kim bakacak beş Metin Münir’e?
Beş şezlong, beş yatak, günde üç öğün, beş kişilik yemek.
Öldüğümde beş mezarım mı olacak?
Başka bir şey daha var: Ben bir Metin Münir’e zor katlanıyorum. Beşini nasıl çekeceğim?
Ya diğerleri?
Sevgili arkadaşım Andız, bir gün bahçe içindeki ofisinde otururken kapıdan içeri tanımadığı bir adam girmiş.
“Abi ben ressamım, senin portreni çizeyim,” demiş.
Andız ofise çalışmak için gitmezdi çünkü yapacak işi yoktu. Bir süre evden uzaklaşmak, gazete okumak, uğrayan arkadaşlarıyla sohbet etmek için giderdi.
O gün pek gelen giden yokmuş.
“Çiz bakalım,” demiş.
Adam işe koyulmuş ve kısa zamanda Andız’ın oldukça Andız’a benzeyen bir portresi ortaya çıkmış.
Arkadaşım portreyi koltuğunun altına koyup eve götürmüş ve oturma odasına asmış.
Meryem, Andız’ın eşi, eve gelince bir portreye, bir de koltuğunda oturmakta olan Andız’a bakmış.
“Yoo,” demiş gözlerini çatıp. “İkinizi birden çekemem!”
Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?
Meryem iki Andız’a, birisi duvara asılı olmasına rağmen isyan ederse, benim ortalığa bir MM kenteti salıvermem biraz abartmak olmayacak mı?
*
Ben galiba bu işten vazgeçmeye başladım.
**
*Mürver de denir.
Ozanköy
Güneş, akasyanın yapraklarına vuruyor, esinti akasyanın yapraklarını sallıyor.
Gittikçe daha erken uyanıyorum. Öğleye kadar uyuduğum günler gitti ve bir daha geri dönmeyecek.
Bu sabah, ağustos böceklerinden bile önce uyandım. Güneş daha doğmamış ama dünyayı aydınlatmıştı ve sadece o saatlere ait bir dinginlik ve sessizlik vardı.
Kısa bir an, benim gibi uykusunu almamışa benzeyen bir karganın isteksiz ötüşünü duydum, sonra sessizlik geri döndü.
Dünya, olacağı değil olması gerektiği gibi.
Birkaç saat içinde insanlar uyanacak ve dünyayı yaşanılmaz yapma işine devam edecekler.
İyi ki artık o mesainin bir parçası değilim.
Takvimlerle, saatlerle, bir yere yetişme zorunluğuyla, bir şeylere sahip olma, bir şey olma ihtirasıyla işim yok.
Hepsi ve her şey sizin olsun.
Bana vermediğiniz şeyleri – özgürlüğümü ve onun gibi şeyleri – benden almayın yeter.
Olabildiği kadar hayvanlar gibi yaşayayım. Onların dünyayı değiştirmek gibi bir dertleri yok. Ne de giderken yanlarında götüremeyecekleri şeyleri biriktiriyorlar.
“Neye sahipsen osun.”
İnsanı belirleyen bu mu?
Ellerim olacağına kanatlarım olsaydı daha mutlu bir yaratık olur muydum?
Uçmaktan güzel bir şey düşünemiyorum. En güzel rüyalarımda tüy gibi hafifler, havalanıp uçardım. Artık rüyalarımda uçmuyorum.
Kalksam.
Kalksam ve yukarı çıkıp gene uyumayı denesem.
Kalksam ve kahvaltı yapsam, sonra Rum tarafındaki posta kutumdan kitaplarımı ve DVD’lerimi alsam.
Kalkıp, kahvaltı hazırlıyorum. Bir fincan çay, bir dilim ekmek, reçel, peynir.
Ama herhangi bir çay değil, Çin’den, Paris ve İstanbul yoluyla Ozanköy’e gelen Lapsang Souchong.
Herhangi bir ekmek değil, anasonlu Litvanya ekmeği. Herhangi bir reçel değil, bahçenin kayısısından yapılmış reçel. Herhangi bir peynir değil, ücra ovalarda otlayan mutlu koyunların sütünden, onları otlatan çobanın karısı tarafından yapılmış hellim.
Ne zaman ve neden başladı bende bu her şeyin En güzeline ve En iyisine merak? Ve Gerçek Aşkı - ki güzelin ve iyinin uzantısı veya belki kendisidir.
Ama hiçbir şeyin En’i yok.
Örneğin, çobandan aldığım saf sütten, geleneksel yöntemlerle yapıldığını bildiğim hellim, adadaki En İyi hellim mi? En İyi hellim hangi ölçüyle bulunabilir? Böyle bir ölçü var mı?
Herhangi bir şeyin En’ini bulmak mümkün mü?
Tatlar, çocukluğumuzda nakşedilir beynimize ve hayat boyu bütün tatların mihenk taşı olur. Ömür boyu tatları onlara göre ölçeriz, o tatları ararız ve çoğu zaman bulamayız.
Trodos köylerinin mayhoş elması, komşunun bahçesindeki eşek eriği, annemin kayısı macunu, Arapköy’deki bostanın kavunları, Galadari’nin yoğurdu, Yağmuralan’ın köfterleri, dayımın şiş kebapları...
Onları bugün nerede bulabilirim?
Elif Batuman’ın daha sonra The Possessed (Ecinniler) kitabına naklettiği Özbekistan maceralarından öğrendiğime göre, belirli tatları aramak evrensel olabilir.
Özbekistan’da lepyoshka denilen yassı bir ekmek yeniyormuş. Her önüne gelen Semerkantlı, Batuman’a Özbekistan’daki en saf hava ve suyun kendi şehirlerinde bulunduğu için en iyi lepyoshkanın Semerkant’ta piştiğini iddia ediyormuş.
Bu övünme eskilere dayanıyor olmalı ki, eski çağlarda Buhara Emiri Semerkant’ın en iyi ekmekçisini çağırıp onalepyoshka yapmasını emretmiş. Ekmekçi işe koyulmuş, tandırda pişen ve pideye benzeyen lepyoshkasını Emir’e sunmuş.
I-ıh. Olmadı. Lepyohska, Semerkant lepyoshkasına benzemedi.
Emir ekmeği beğenmemiş. Ekmekçinin kellesinin vurulmasını buyurmuş ve son bir sözü varsa söylemesini dilemiş.
Ekmekçi “Burada hamuru mayalayacak Semerkant havası yok,” demiş.
Emir, bu mazereti kabul etmiş ve ekmekçiyi bağışlamış.
Batuman, Semerkantlı ekmekçinin ekmeğinin gerçek Semerkant ekmeğine benzemediğini, ekmekçiler arası bir kurulun karar verdiğini yazıyor, ama bence bu doğru değil. Bence Emir çocukluğunda yediği lepyoshkaların tadını aradı ve bulamadı.
Emir’in, Semerkantlı ekmekçinin kellesini vurdurmaya kalkmasını, her ne kadar o günlerde bu rutin bir uygulama idi ise de, biraz aşırı buldum doğrusu. Aslından şaşan her tadın sorumlusunu öldürmeye kalkışsak dünyanın nüfus sorunu kalmazdı.
*
Kahvaltı bitti. Uykum açıldı.
Postaneye gitmek için yola koyuldum. Ondan sonra organikçiye uğrayıp o küçük karpuzlardan alacağım.
Kasadaki kadının söylediğine göre Vietnam’dan ithal edilen tohumlardan ekilmişler. İkinci yıl o karpuzlardan alınan tohumları ekmişler.
“Üç senede karpuzun rengi ve tadı değişti,” dedi kadın. “Artık Kıbrıslı oldular.”
Size tohumların akıllı olduğunu söylemiştim. Pıt diye adaya uyum sağladılar. Ben ise 73 senede hayata uyum sağladım mı, emin değilim.
*
Hayatımız, önemli bir boyutunda, çocukluğumuzda deneyimlediklerimizi arama veya onlardan kaçma sürecidir.
Nasıl yazı yazmak, yazmaktan ve silmekten ibaretse, çalışmak da çalışmak ve çalışmamaktan ibarettir.
Çalışmamaktan kastım tatil yapmak, ara sıra işi asmak, siesta yapmak, uzun uzun uyumak ve geç kalkmak gibi hayatın mesai dışındaki bölümünü meydana getiren ve mesaiyi daha verimli yapan şeylerdir.
(Silmekten - ki bu yazının konusu değildir – kastım ise kişinin yazdıklarını sıkı bir edit’ten geçirip ağırlık yapan kısımlarını atmaktır. Dostoyevski dahil, bu sürecin yazılarını daha iyi yapmayacağı yazar yoktur. Çünkü; iyi yazmak mümkün olduğu kadar az kelimeyle mümkün olduğu kadar çok şey anlatmaktır. Günümüzde bu, eskiden olduğundan önemlidir, çünkü bilgisayar kullanımı yazmayı kolaylaştırarak uzun yazmayı kışkırtmıştır. Ama daha iyi yazı yazmayı teşvik etmemiştir. Sıkıcı yazı bolluğunun bilgisayar kullanımına koşut olarak artmasının nedeni budur. Neyse. Başka zaman.)
Bunları aklıma Erdoğan’ın camide bayram namazı kılarken baygınlık geçirmesi getirdi.
Bayram namazı İstanbul’da 6:19’da kılındı. Erdoğan’ın Ataşehir, Barbaros Mahallesi’ndeki Mimar Sinan Camii’ndeki namaza yetişmesi için saat 4:30 civarında uyanması gerekiyordu. Güneş 5:34’te doğduğuna göre, karanlıkta.
Hayatı, rekor mesai saatleriyle geçen birisi için o saatte kalkmak pek kolay olmamıştır. Ben olsaydım öğleye kadar uyur, bayram namazını cezalı olarak kılardım (eğer böyle bir şey mümkünse).
Ama dindar olmak kadar dindarlığını sergilemenin de önemli olduğu Türkiye’de bu, herhalde, politikacılar için geçerli bir seçenek değildi.
Tatil yapmayanların, doya doya uyumayanların ve sık sık seks yapmayanların hiçbir işinden hayır gelmez.
Nasıl önemli olan uzun yazmak değil iyi yazmaksa, aynı şekilde, önemli olan uzun saatler çalışmak değil verimli çalışmaktır.
Bu, herkes için olduğu gibi yöneticiler için de geçerlidir.
Hatta onlar için daha da geçerlidir, çünkü aldıkları kararlar sadece kendilerini ve yakınlarını değil, başkalarını da etkiler.
Tatil yapmamak, uzun mesai saatleri ve kısa uykular... Bunlar beni kısa zamanda öldürür. Herkesi öldürür, aslında. Ama hırs gözlerinin önünde kalın bir perde olanlar farkında değildir.
Dinlenerek, hayattan zevk alarak da hırslı olunabilir.
· Uyku, uyanıklıktan tatlıdır.
· İnsan, uykudan, uyanıkken çözemediği sorunları çözerek kalkar.
· Ayakların çam yumuşağı yerlere basması, yerden bir kozalak alıp savurmak, ilaçların en iyisi olan yeşil havayı teneffüs etmek insanı yeniler.
· Her şeyi ciddiye almamak ilaçtır.
· “Ben Bir Hiçim” demek, günde beş vakit namaz kılıp kibirli olmaktan iyidir.
· Orman, deniz, ruhun tamirhanesidir.
· İnsan yanında sadece öteki dünyaya götürebileceği şeyleri biriktirmelidir.
· Mezarlıklar “bensiz olmaz” diyen kişilerle doludur.
Dünyaya yorulmak için değil, dinlenmek için gelmiş olabileceğimiz neden kimsenin aklına gelmiyor?