27 Haziran 2017 Salı

Örümcek onu öldürmeyeceğimi biliyor olabilir mi?

Tabure ile sandalyenin arasında, havada asılı duran bir örümcek var. 

Sırtı bana dönük.

Rengi kızıl gibi. 

Elimi uzatsam dokunabilirim. 

Aslında havada asılı değil. Gözle görülemeyecek kadar ince bir ipin üstünde duruyor.

Orada öylece kıpırdamadan duruyor, ben kucağımda bilgisayar, bu satırları yazarken.

Niye orada?

Ne yapmak istiyor olabilir?

Ağını örerken aklından ne geçiyor?

Bir kız arkadaşım vardı. Örümcekten çok korkardı. Örümceklere dair resimli bir kitap almıştım. Ondan bile korkmuştu.

Benim aklımdan o geçiyor.

Bir gezimizde, bir köy motelinde yatmıştık. Odayı incelemiş, “örümcek dolu” olduğunu keşfetmiş, geceyi korkudan neredeyse üstümde uyuyarak geçirmişti.

“Bundan sonra sadece örümcekli odalarda kalalım,” demiştim ona sabah olduğunda.

Başımı kaldırıyorum ve örümceğin kaybolmuş olduğunu görüyorum.

Ve kendime soruyorum: Örümcek, öldürebilecek kadar yakınıma, öldürmeyeceğimi bildiği için gelmiş olabilir mi?

Bunu benden duymaktan bıkmışsınızdır, ama gene söyleyeyim:

Dünya, içindeki canlı cansız bütün varlıklarla bir bütündür ve biz de o bütünün bir parçasıyız. Okyanusların tek olması ve içindeki her şeyin onun bir parçası olması gibi. Her şey birbirine bağlıdır, çünkü her şey aynı tohumun ürünüdür.

“Biz ve diğer hayvanlar,” yok. “Biz,” var.

Sadece ve sadece “Biz.”

Doğayı bir tespih gibi düşünün. Taşlarının arasında bizim de bulunduğumuz sayısız canlı dizili bir tespih.

Ama muhtemelen böyle düşünmüyorsunuz. İnsanı diğer yaratıklardan değişik, onların üstünde, onlara istediği her şeyi yapabilme yetkisine sahip ayrıcalıklı bir yaratık olarak düşünüyorsunuz.

Doğa ise bize hizmet için var sanıyorsunuzdur – haremde, her buyruğa uymak zorunda olan bir cariye gibi.

Öyle değil ama. Doğa imtiyaz dağıtmaz. Kayırmaz. Nesi varsa içinde barınanların tümü içindir.

Sadece insan için değil

Böyle düşününce, ilginç bir şey oluyor. İnsan diğer yaratıkları “başka,” düşman, korkulacak veya kovulacak yaratıklar olarak değil, “hemşeri,” aynı yere giderken aynı hanlarda soluklanan “yoldaş” olarak algılıyor.

Bu düşünce, onu doğaya karşı barışçıl yapıyor.

Ve sanki hayvanlar bunu hissediyor.

Bu nedenle örümceğin, onu öldürmeyeceğimi bildiği için, öldürebilecek kadar yakınıma gelmiş olması beni şaşırtmaz.

Doğa ile savaşında insan, doğa av, kendini avcı sanıyordu. Avcının da avın da kendisi olduğunu yavaş yavaş anlıyor.

Yakıp yıkarak, kirletip yok ederek dönüşü olmayan yok oluş yoluna girdik.

Ama hiçbir canlıya zarar vermeden yaşamak için zaman geç değildir.

Doğa, hayatınızı daha anlamlı ve keyifli yapacaktır.

*
Her canlı kendi dünyasının tanrısıdır.

*
Bahçe örümcek ve örümcek ağı dolu. Havada bazen görünen, bazen görünmeyen örümcek ağı telleri uçuşuyor. Yürürken, bazen yüzüme yapışıyorlar, gömleğimde şaşkın örümcekler dolaşıyor.

Üflemek onlardan kurtulmanın en iyi yoludur.

Ve ayrılmadan önce, faydalı olacağını umduğum bir bilgi: Lavaboya veya banyo küvetine düşüp de çıkamayan örümcekleri (ve diğer yaratıkları) zarar vermeden kurtarmanın yolu, onları bir kağıdın üzerine alıp dışarı atmaktır. Başlangıçta, sizi ve kağıdı görünce paniğe kapılacaklar, ama kısa zamanda niyetinizi anlayıp sakinleşecekler ve kurtarmanızı kolaylaştıracaklardır.

24 Haziran 2017 Cumartesi

Gece geç vakitte mesaj atan kadına mektup

Dün gece açtığınız konu ile ilgili olarak size düşüncelerimi söylemek ve bir şiir göndermek istiyorum.

İnsan ikidir: Vücut ve ruh. Vücut yaşlanır, harap olur, çöker. Ruh yaşlanmaz. Olgunlaşır. Ve hep genç kalır.

Kendi deneyimimden söylüyorum bunu.

Herkes için aynı mı, bilmiyorum ama böyle olduğunu sanıyorum. Çoğunlukla.

Biraz yakından tanıdığım bütün yaşlı kadınların içinde genç kadınlar olduğunu gördüm.

Yetmişinde yatağa atlamaya hazır kadınlar biliyorum. Kül olduğunu sandığınız yerde gizli korlar var. Ve bunu gösterememenin hüznü.

Yetmişlik erkeklerin, eski sınıf arkadaşlarıyla buluştuklarında eski günlere dönmeleri, el şakaları yapmaları, kolay gülmeleri, içlerindeki genç insanın dışarı çıkacak ortam bulmasındandır.

Yaşlılık empoze edilmiş bir roldür. Toplum, özellikle gençler, yaş almış kişilerden yaşlı davranmalarını bekler. Hatta talep eder. Yaşlılar da çoğu zaman bu rolü kabul eder.

Ben bu oyuna hiçbir zaman katılmayacağım.

İçimde bir genç var demeyeceğim. İçimde bir çocuk var diyeceğim.

Her yaş, kendine ait bir dünyadır.

İnsan yaşlandıkça gençliğe ait şeyleri, gençliğe bırakarak yaşamalı – saçlarım ağardıysa ağardı, yüzüm buruştuysa buruştu, gözlerim yakını görmüyorsa görmüyor, libidom eskisi kadar güçlü değilse değildir, diyebilmeli. Ama yaşlılığı kucaklamamalı. Yaşlılığı kucaklamak kadar insanı yaşlandıran, hatta öldüren, şey yoktur.

Vücut köhnerken ruh genç kalır, çünkü ruh yaşlanırsa vücut yaşayamaz.

Bu size saçma gelebilir ama 73 yaşında kendimi 23 yaşında olduğumdan genç hissediyorum. O zaman hamdım, şimdi o kadar değil, belki ondandır.

Bir arkadaşım, anneannesinin “Yaşım 94 ama içimdeki 17 yaşındaki ben, ruhum hiç değişmedi,” dediğini söylerdi.

İçlerindeki çocuğu öldürmüş insanlar melanet doludur. O çocukla beraber sahip oldukları iyilik, yumuşaklık, merhamet ve mizah anlayışını da öldürdüler çünkü. Böylelerini gördünüz mü yüzlerinden anlarsınız.

Ve Yehuda Amichai’nin en sevdiğim ve daha önce de birkaç kere alıntıladığım şiiri*. Son iki bölümünü bir yazımda kullanmak için çevirmiştim. Kısmen konumuzla - ruhla gövdenin ikiliği ile - ilgili.

Çünkü, (İnsanın)
Ruhu görmüş geçirmiştir,
Ruhu çok profesyoneldir.
Vücuduysa ebediyen amatör kalır. Kendi zevkleri ve acılarıyla kör,
Dener ama tutturamaz, sersemler, hiçbir şey öğrenmez,

Sonbaharda incirlerin öldüğü gibi ölecek,
Buruş buruş, kendiyle dolu ve tatlı,,
Yapraklar toprakta kurur,
Çıplak dallar, her şey için zamanın bulunduğu yeri işaret ederken.



*İngilizce bilenler için orijinali İbranice olan şiirin İngilizce çevirisi:

A Man Doesn't Have Time In His Life

A man doesn't have time in his life
to have time for everything.
He doesn't have seasons enough to have
a season for every purpose. Ecclesiastes
Was wrong about that.

A man needs to love and to hate at the same moment,
to laugh and cry with the same eyes,,
with the same hands to throw stones and to gather them,
to make love in war and war in love.
And to hate and forgive and remember and forget,
to arrange and confuse, to eat and to digest
what history
takes years and years to do.

A man doesn't have time.
When he loses he seeks, when he finds
he forgets, when he forgets he loves, when he loves
he begins to forget.

And his soul is seasoned, his soul
is very professional.
Only his body remains forever
an amateur. It tries and it misses,
gets muddled, doesn't learn a thing,
drunk and blind in its pleasures
and its pains.

He will die as figs die in autumn,
Shriveled and full of himself and sweet,
the leaves growing dry on the ground,
the bare branches pointing to the place
where there's time for everything.

20 Haziran 2017 Salı

Tanrı’ya inananların kaçına Tanrı inanıyor?

Haftada bir defa temizliğe gelen kadın, mutfak lavabosunda börek tepsisini ovarken başını çevirdi ve beklemediğim bir soru sordu.

“Cennet ve cehenneme inanıyor musun?”

Birkaç aydır gelip gidiyordu. Konuşkan bir kadındı. Ama din konusunu daha önce hiç açmamıştı.

İhtimal, Ramazan ayında olduğumuz için öbür dünya aklına gelmişti. Ama o da ben de oruç tutmuyorduk. İkimizin de bu yüzden cehenneme gidebileceği aklından geçmiş olabilirdi. Cehennem yoksa ceza beklemeden rahat rahat oruç tutmayabilirdik. Benden bir teyit bekliyordu, belki, her ne işe yarayacaksa.

Bunları düşünürken çay hazırlıyordum. Bu bir rutin haline gelmişti. Sabahleyin erkenden, ben kahvaltımı yapmadan geliyordu. İlk gün çay istiyor musun diye sorduğumda evet, demişti. Ondan sonra geldiği sabahlarda sormadan ikimiz için çay yapmaya başladım.

İlk başlarda sallama çay istedi. Ona sallama çayı, çaydan saymadığımı, ama isterse onun için bulundurabileceğimi, söyledim. Sonra benim Mariage Frères gibi dükkânlardan getirttiğim Çin ve Hint çaylarıma alıştı.

Bir süre ne yanıt vereceğimi düşündükten sonra:

“Bismillahirrahmanirrahim ne anlama geliyor, biliyor musun?” diye sordum.

Tepsiyi ovmaya devam etti. İçinde acemice börek yapmıştım. Hamur kabın dibine yapıştığı için kolay temizlenmiyordu.

“Bilmiyorum.”

“Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla demektir,” dedim. “Çok merhametli, rahmeti bol. Böyle bir Allah’ın birçok insanı affedeceğini düşünüyorum. Belki sadece Hitler gibilerini cehenneme yollar.”

Tek tanrılı dinler her zaman, hem din hem de dinden başka bir şey oldu. Demirin bıçak olması gibi.

Din, huzurdan çok şiddet verdi insanlara ve vermeye devam ediyor.

Batı’da Hristiyanların kiliseleri boş bırakmasının en büyük nedeni budur.

Saygıya layık olan çok az din adamı oldu, peygamberlerin ölümünden sonra.

İpekliler ve yakutlar içindeki şişman kardinaller, oğlan çocuklarına tasallut eden papazlar, çalınmış para ile hacca gitmenin sevap olduğunu söyleyen imamlar, saygıya layık değildir.

Din kurumsallaşınca yozlaşır. Siyasi bir ideoloji haline gelir, devletlerin veya devlet adamlarının silahı ve zırhı olur. Sayısız melanete yol açar.

Dinin yeri, tanrı ile kul arasındadır.

O çerçeveden çıkan, dinden başka bir şey olur.

*
Kadınla din sohbetimiz orada sona erdi.

Anlamını bilmeden “Bismillahirrahmanirrahim” diyen, namaz surelerini okuyan sayısız Müslüman olmalı Türkiye’de.

Nasıl bilsinler?

Arap değiller. Arapça bilmiyorlar.

Ezanın onları hangi kelimelerle namaza çağırdığını da bilmiyorlar, namazda fısıldadıkları duaların anlamını da.

Atatürk ve arkadaşlarının değiştirmeye çalıştığı buydu. Bunun için 1932’de Türkiye’de ezan Türkçe okunmaya başlandı. 1941 yılında ise Arapça ezan yasaklandı. 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince Arapçaya geri dönüldü.

Türkiye’de sağcılık, milliyetçilik ve hatta gericilikle aynı yolda yürüyen dinî akımlar Türkçe duaya hep karşı çıktı.

Bugün; dinî arenada Diyanet ve hacı hocalar, siyasi arenada AKP, bunun en sıkı savunucusudur. Dinî bir nedenle değil: Müslümanlığı ve nasıl uygulanacağını tekellerinde tutmak, dini bir kontrol aracı olarak kullanmak istedikleri için.

Kuran herhangi bir dilde Kuran’dır.

Daha önce de söylemiştim: Kuran, Araplar Arapçadan başka dil bilmiyor diye Arapça indirildi. Allah Arapçadan başka dil bilmiyor diye değil.

Bütün diller Allah’ın dilidir.

Orijinalinde İbranice, Aramice ve Yunanca olan Hristiyanların Kutsal Kitap’ı ise her millet kendi dilinde dua edebilsin diye 636 dile çevrildi.

Yanlış telaffuz edilen, anlamı bilinmeyen kelimelerle dua etmek, bunda yüzyıllardır ısrarcı olmak, ne kadar garip.

Bu da, belki, bu dünyada değil ahirette bazılarının hesabını vereceği şeylerden biridir.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Eğer yüreğinizde özgürlük yoksa

"Eğer yüreğinizde özgürlük yoksa hiçbir zaman kendinizle gerçekten barış içinde olamazsınız.”

Amerikan yönetmen Oliver Stone’un bu sözlerini birkaç gün önce Guardian Gazetesi’nde çıkan söyleşisinde okudum.

Kariyerinden bahsediyordu, sadece istediği filmleri çektiğinden, bunu yapabilme özgürlüğünü koruduğundan ve bedelini ödediğinden.

Kendi kişisel özgürlüğünden bahsediyordu, demek istediğim. “İnsan hür doğar ama her yerde zincirler içindedir,” özgürlüğünden değil.

Bu konu gönlüme yakın olduğu için Stone’un sözlerini hemen bilincime nakşettim.

Para kazanmak uğruna yüreğimdeki özgürlüğü kaybettiğim yıllar oldu. Onlar hayatımın en mutsuz zamanları arasındaydı.

Yüreğinde özgürlük olmayanların – ve benim gibi yüreklerindeki özgürlükten para için vazgeçenlerin –

kendileriyle barış içinde olmalarının mümkün olmadığını o günlerde, öğrendim.

Nedeni çok açık.

Olamazlar, çünkü yüreklerinin talep ettiği en önemli şeyi ondan esirgiyorlar.

İnsan ya özgürdür, ya esirdir.

İnsanlık tarihi, insanın özgür iken yavaş yavaş esirleşmesinin tarihidir.

Bu söylediğim, hiçbir tarih kitabında yoktur.

İnsanlar başlangıçta ticaret yapmıyorlardı. Avlıyorlar, topluyorlar, tüketiyorlardı. Sonra değiş tokuş başladı.

(Kapitalizmin anası veya babası ilk değiş tokuşu yapan kişidir, ilk bir arazinin etrafına çit çekip “burası benim,” diyen değil.)

Değiş tokuş insanın ihtiyaçlarını çeşitlendirdi.

İhtiyaç veya ihtiyaç olduğunu sandığı şeyler arttıkça özgürlük azaldı. İnsan, ihtiyaçlarını satın almak için daha çok çalışmak (veya şiddete başvurmak) zorunda kaldı.

Zamanın akışında, ticaret arttıkça özgürlük azaldı (şiddet çoğaldı).

Sonunda, insan maaş karşılığında özgürlüğünü satan bir yaratığa dönüştü.

Dünya, özgürlüklerin alınıp satıldığı bir pazar oldu. Yaptığı işi sevmeyen, olduğu yerde bulunmak istemeyen, hayatı yaşamak yerine ona katlanan insanlarla doldu.

Sayısız yaratık arasında, bu pazardaki tek meta insandır.

Zenginler, zengin olmayanlardan daha mı özgür?

Para özgürlüktür. Bu doğru. Çok paranız varsa kimsenin buyruğunda olmadan gönlünüzce yaşayabilirsiniz.

Ama çok zengin olanlar genellikle paralarını özgürlüğe tahvil etmezler.

Para kazanmanın bağımlık yaratan bir yanı var.

Zenginler daha çok para kazanmak veya kazandıklarını çaldırmamak için maaşla çalıştırdıklarından daha çok çalışmak zorundadırlar, çoğunlukla.

Dolmayan tek küp, para küpüdür.

İnsanlığın çocukluk günlerinde herkesin kuşlar kadar hür olduğunu sanıyorum.

Günümüzde o eski özgürlüğün yakalanması mümkün değil.

Özgürlük, olsa olsa, kişisel bir proje, bir hayat planı olabilir artık.

İnsanlığın çocukluğunda doğumla kazanılan özgürlük, elde edilmek için uğrunda mücadele verilmesi gereken bir ayrıcalık oldu.

Dünyada bu kadar çok mutsuz insan olmasının, depresyonun en yaygın insanlık hali olmasının nedeni budur: Yüreklerde özgürlük olmaması.

Kendisiyle barış içinde olmayan, mutlu da olamaz.


15 Haziran 2017 Perşembe

Benim olan ve olmayan bahçe

Dalları neredeyse kapıdan mutfağa giren kayısı ağacında öten bir saksağan var.

Orada ne yaptığını biliyorum.

Her sabah bu saatlerde geliyor.

Limon – bahçemdeki kedi– tabağında mama bırakmışsa, ki hep bırakıyor, eşini yemeğe çağırıyor.

Artık biraz saksağanca bildiğim için ötüşleri anlayabiliyorum.

Sakin sakin gaklama “Şımarık Limon gene tabağında mama bıraktı - Tehlike yok - Gelip yiyebilirsin,” demek.

Gürültülü telaş sesleri “Mama var ama tehlike de var – Tüyelim.”

Eşi atıştırırken – bunu da gagasının mama tabağını yerinden oynatmasından anlıyorum – saksağan art arda “durum sakin” sinyali vermeye devam eder. Az sonra yer değiştirecekler.

Ben daldaki saksağanı görüyorum ama o beni görmüyor. Görse hemen çığlık atıp kaçacak.

Evcilleştirilmemiş yabanî bir yaratık, insan görünce kaçmazsa ya ölüdür ya da ölmek üzeredir.

Saksağanlar akşamüstü de gelecekler, Limon’a günde iki defa mama verdiğimi biliyorlar.

Benden geçinen sadece saksağanlar değil.

Kayısının biraz arkasında kara bir karga, karadut ağacının tepesinde etrafı izleyerek yeni olgunlaşan meyveleri gagalıyor.

Onları görmüyorum ama maydanoz saksısında ve ileride badem ağacının altındaki kaparinin tombul yapraklarını yiyen tırtıllar olduğunu biliyorum.

Yenidünyalarda da kuşlar vardır. Üstteki meyveleri tercih ediyorlar. Altta, yere yakın olanlarda, bir yılana veya kediye yem olma tehlikesi var.

Kayısıların içindeki kurtlardan bahsetmeye gerek var mı? Doğu Akdeniz havzasında bitki zehri kullanmadığımı bilmeyen yaratık kalmadığı için bütün organik meyve seven kurtlar benim ağaçlara üşüşüyor.

Beyazsinekleri de unutmayalım. Onlar da domateslere (rahmetli annemin en sevdiği kelimelerden biriyle) “arız” oldu.

Bir-iki milimetre uzunluğunda, gelin gibi beyaz bu yaratıklar diğer müşterilerimden farklı.

Domates yapraklarının altında, yaprakları alttan yiyerek yaşıyorlar, yumurtalarını da oraya bırakıyorlar.

Domatesleri sularken kalkıyorlar ve kırlarda dans eden gelinler gibi ortalığa saçılıyorlar. Sulama bitince yerlerine dönüyorlar. Orada olduklarını yaprakların kahverengileşmesinden anlayabilirsiniz.

Ne yapabilirim diye araştırınca, ilaç kullanmadan alınabilecek iki önlem olduğunu öğreniyorum. İçine bulaşık deterjanı katılmış su püskürtmek ve domates fidelerinin aralarına kadife çiçeği ekmek.

İkisi de işe yaramıyor.

Ben suyu serptikçe, “Koşun çocuklar, bu iyi yürekli abi bize duş yaptırıyor, güzel kokulu çiçekler de dikti, hayat ne güzel!” diye bağırdıklarını duyacağım, beyazsinekçe bilsem.

İnsan ne zaman yenildiğini bilmeli.

“Tamam,” diyorum. “Siz yaprakları yiyin ben domatesleri yiyeyim.”

Derken bir sabah bakıyorum ki bir örümcek domates ile kadife çiçeği arasında ağ kurmuş. Üzeri beyazsineklerle dolu.

Çare, her zaman olduğu gibi, doğada.

Bu gerçeği, beyazsinekler de biliyor olmalı. Onları ortadan kaldırmak üzere geliştirilen zehirlere karşı bağışıklık geliştirdiler, Nietzschevari, ölmediler, güçlendiler.

Kalkıp bahçeyi dolaşsam, birçok başka karın doyurma örneği görürüm. Yenidünyada serçeler, çitlemitte baştankaralar, biber ağacının çiçeklerinde arılar ve kim bilir ne yiyen trilyonlarca toprak bakterisi.

Benim bahçe dediğim yer, büyük bir lokantadır ve biraz derin düşünecek olursanız benim değildir.


2020 - 2023


ZAMANSIZ YAZILAR