Altında yaşadığımız kötü haber bombardımanının içindeki en kötü haber, benim için, çevre ile ilgili olanlardır.
Cinayetler, ırza geçmeler, terör, despotluk, savaşlar ve bunlara benzeyen diğer korkunçluklar, insanın nerede biteceği yavaş yavaş ortaya çıkan yolculuğunun doğal yoldaşlarıdır.
İnsan, felaket doğuran bir felakettir. Dünyaya ayak basması ile doğanın yok olmaya başlaması aynı âna rastlar.
Dindar olabilirsiniz veya rehberiniz bilim olabilir. Fark etmez. Her ikisinin de anlattığı öykü aynıdır.
Adem ile Havva yapmamaları gereken tek şeyi yaparak cennetten kovuldular. İlk iki çocuklarından biri diğerini öldürdü. Tevrat’ın ondan sonra gelen sayfaları bir cinayet ve savaşlar kataloğudur.
Fosil kalıntıları da benzer bir hikâye anlatır. Kuzey Amerika kıtasına yerleşmeye başlamasından itibaren, son on bin yıl içerisinde insan, sayısız canlıyı yok etti ve etmeye devam ediyor. Bu yüzyılın yarısına gelindiğinde Kuzey Amerika’da yaşayan kuş türlerinin yarısı yok olacak.
Çocukluğumun sahilleri aklıma geldi.
Yazı, babamın orman bekçiliği yaptığı Arapköy’de geçiriyorduk.
Bir sabah köyün aşağı tarafındaki denizde yüzmeye gittik.
Kumullar yola kadar uzanıyordu. Harnıp ve zeytin ağaçlarının gövdeleri kumların altında kalmıştı. Kumsalda sadece biz vardık. Bulutsuz bir gökyüzünün altında sular ışıldıyordu.
Babam cebinden gümüş bir çifte şilin çıkartıp suya attı. Kıpırtılı sudaki parayı hâlâ orada görüyordum. “Su ne kadar temiz, görüyor musunuz?” dedi.
İlk plastik ürünler o yıllarda, 1950’lerde, üretilmeye başlamıştı, ama bir çığ haline gelmesi için daha 20-30 yıl vardı.
Bugün üretilen plastiğin neredeyse yarısı, bir şekilde kendini denizde buluyor.
Bir araştırmaya göre, denizlerde 150 milyon ton plastik var.
2015 yılında denize atılan tahmini plastik pislik miktarı dokuz milyon tonun üzerindeydi.
Financial Times’ın yazdığına göre, dünyanın en ücra yerlerinden biri olan Henderson Adası dünyanın en kirli yerlerinden biri oldu.
En yakın yerleşim yerinden 5000 kilometre uzak olan insansız adanın kumsallarında, en az 37 milyon parça plastik varmış – her metrekarede 700 parçaya yakın plastik.
Bu pisliği gözleriyle gören bir bilim kadını “Hayatımda böyle bir şey görmedim,” demiş Financial Times’a. “Kumsallar bir şekilde dünyanın çöp tenekesi haline gelmişti.”
Plastik kırıntılarını gıdadan ayırt edemeyen birçok deniz canlısının hayatı tehlikede. Balıkların yediği plastikler, onları yiyen insanların vücuduna geçiyor.
Ellen MacArthur Fonu tarafından geçen yıl yayımlanan bilimsel bir araştırmaya göre, 2050 yılına gelindiğinde denizlerde balıktan çok plastik olacak* : 850-950 milyon ton plastik, 812-899 milyon ton balık.
O güne kadar denizlerde balık kalırsa, tabii.
Ben çocukken dünya uçsuz bucaksız, insan ayağı basılmamış yerlerle dolu, bilinmeyen yaratıklar, bakir yağmur ormanları, temiz denizler ve çöllerle dolu esrarengiz bir yerdi.
Elli yılda eskidi ve yaşlandı. Her şey görüldü, her yere basıldı.
1955’te dünya nüfusu üç milyarın altındaydı. Bugün 7,5 milyarın üstündedir.
İnsan çoğalıyor, diğer canlıları azaltıyor ve yok ediyor.
Son zamanlarda dünyanın sonunu görüp öyle öleceğim hissine kapılıyorum sık sık.
Modern yaşamı çekilmez yapan şeylerden biri, insanın istesin istemesin, karşısındakinden almak zorunda kaldığı sağlık ve besin tavsiyeleridir.
Herkesin, her hastalık için önereceği bir ilaç veya başka bir şey vardır.
Grip oldum demeye görün, mesela.
Karşınızdaki size kesinlikle ona iyi gelen bir içecek veya ilaç tavsiye edecektir.
Benim için gribin ilacı, mümkün olduğu kadar dinlenmek, vücuduma hastalığı yenmesi için fırsat vermektir. Kimseye önermem, dinlenmeyeceğini bildiğim için.
Yeryüzünde hiçbir zaman bu kadar çok sağlık uzmanı ve diyetisyen olmamıştır.
Kâbus!
Bütün besinler için herkeste bir “sağlıklı” veya “sağlıksız” etiketli bir tavsiye kataloğu var.
Meyve: Aman çok şeker var içinde, sakın yeme.
Süt, peynir ve benzeri: Bizim yaştakilere iyi gelmezmiş. Hem de kolesterolü yükseltiyor.
Zeytin: Bir öğünde beş taneden fazlası zarar.
Yumurta: Haftada bir defa. O bile çok.
Bu gıdalar hakkındaki düşüncem şudur:
Bana eğer meyveyi yasaklayacaksanız, şu çalının arkasına götürün ve son duamı yaptıktan sonra enseme bir kurşun sıkın daha iyi.
Ama belki ondan önce, bana herhangi bir meyvenin zararlı olduğuna dair tek bir güvenilir bilimsel araştırma göstermek istersiniz.
Güvenilirden kastım şudur: Eğer vişne suyunun mucizevi şeyler içerdiğini kanıtlayan araştırmayı vişne üreticileri birliği yaptırdıysa ona güvenilmez.
Her gün süt ve peynir tüketirim.
Bu konuda karşılaştığım en büyük sorun kolesterol değildir. Kaymağı alınmamış tam yağlı süt bulmaktaki zorluktur. Marketlerde yok. Çobandan alıyorum. Hellimi de çobandan alıyorum veya çoban sütü kullanana yaptırıyorum.
Dünyada sütten bol şey yok. Kaymağı alınmamış, yani hayvanın ürettiği orijinal sıvıyı bulmak neredeyse imkansız.
Böyle bir dünya mı olur?
Zeytin ve zeytinyağı, Tanrı’nın insana bahşettiği en büyük nimetlerden biridir. Bir defa, kim ne derse desin, zeytinyağı “yağ” değildir. Meyve suyudur, çünkü zeytin meyvedir.
Yumurta. Hafta da bir mi? Güldürmeyin beni. Hemen hemen her gün yiyorum.
Bahçesinde tavuk besleyenlerden alıyorum yumurtayı.
İşkencehanelerde mutsuz tavukların doğurduğu kimyevî yumurtalardan, ebola virüsü gibi uzak duruyorum.
Kolesterol umurumda değil, çünkü kolesterolün zararlı olduğuna inanmıyorum. Kolesterolün doğrudan veya dolaylı olarak kalp krizine yol açtığına dair güvenilir tek bir araştırma yoktur.
Kolesterol düşürücü ilaçlar, kolesterolden zararlıdır. Kolesterolün yan etkisi yoktur. Kolesterol ilaçlarının ise onlarca yan etkisi vardır.
Gerçek şu ki besin konusunda söylenen ve yazılanların çoğu doğru değildir.
“Göster bana bunun zararlı olduğuna dair araştırma bakalım,” derseniz elinize verecek bir şey bulamazlar.
Gelelim sadede.
İngiliz gazetesi Guardian’da okuduğum bir yazıdan* esinlenerek açtım bu konuyu.
Haberin özeti şu:
Bilimsel bir araştırma, peynir yemenin kalp krizi riskini artırmadığını gösterdi. Bu, tereyağı, yoğurt vesaire gibi tam yağlı diğer süt ürünleri için de geçerlidir.
Genel olarak inanılanın aksine, tam yağlı süt ve ürünlerini tüketmek kalp krizi veya felç riskini yükseltmez.
Etkileri, araştırmacıların kullandığı kelime ile “nötr”dür.
Araştırmacılar bu sonuca, dünyanın değişik yerlerinde geçtiğimiz 35 yıl içerisinde yaklaşık 490 bin kişiyi kapsayan, 29 bilimsel araştırmanın sonuçlarını inceleyerek vardılar.
Ama siz gene de beni dinlemeyin. Bildiğinizi yapın. Daha önce belirttiğim gibi: Her bacak kendi koyunundan asılır.
* https://www.theguardian.com/society/2017/may/08/consuming-dairy-does-not-raise-risk-of-heart-attack-or-stroke-study
Akdeniz Köyü, Girne
Akdeniz Köyü’nün upuzun sahilinde yürüyecektik, sonra oradaki lokantada öğle yemeği yiyecektik.
Keyifle yola çıktık, ama bu hâlimiz uzun sürmedi.
Köyü geçip bodur çam ağaçlarının arasından deniz kıyısına giden toprak yola girdikten az sonra, yolda ölü bir yılan gördük. Eceliyle ölmüş değil, öldürülmüş bir yılan.
Kıbrıs’ın yaz aylarının olağan manzaralarındandır, bu öldürülüp cümle âlem görsün diye yola atılan yılanlar. Denize atılmış çelenkler veya çiçek buketleri gibi, bir çeşit hatırlatmadırlar. Doğaya karşı savaşımız devam ediyor, kazandığımız zaferlere bir zafer daha ekledik, derler.
Çevrede kimsecikler yoktu. Kim işlemişti bu cinayeti, bu ıssız yerde? Birisi arabasıyla geçerken yılanı görmüş ve inip sopayla başını mı ezmişti?
Az önce gördüğümüz, koyunlarını otlatan çoban mıydı yoksa?
Bunları düşünürken bir kilometre kadar yol gittik ve bu defa karşımıza iki ölü yılan çıktı. Onların da başları ezilmişti. Biri dişi, diğeri erkek idi.
Yılanlar çift gezmezler. Muhtemelen sevişiyorlardı. Yol kenarındaki topraktaki izlerden de bu anlaşılıyordu.
Yılanlar kuyruklarının üzerinde dikleşip birbirlerine sarılarak sevişirler. Sarılırlar –bir saç örgüsü gibi– düşerler, kalkarlar ve gene sarılırlar. Müthiş bir enerji ve heyecan vardır birleşmelerinde, uzun zaman sevişmemiş iki genç âşık insanın sevişmesi gibi gürültülüdür. Gözleri birbirlerinden başka bir şey görmez, kulakları duymaz.
Kaçmayı deneyemeden çarçabuk öldürülmüş olmalıydılar, çünkü birbirlerine çok yakındılar. Başları ve kuyrukları birbirine değiyordu, yürek şeklinde bir yuvarlak meydana getirmişlerdi.
Arabadan indik.
“Orada bırakmayalım onları,” dedi arkadaşım.
Bir sopa alıp teker teker kaldırdı ve çalıların arkasına bıraktı.
Yola devam ettik.
Arabayı park yerine bırakıp kumlarda yürümeye başladık.
Ölü yılanların ruhu üzerimizde dolaştı.
*
Tevrat, ilk canlı varlık olan Adem ile Havva’nın ve onların soyundan gelen bütün insanların lanetlenmesinin nedeninin yılan olduğunu yazar.
Yılan, Havva’yı cennet bahçesinde Tanrı’nın yasakladığı “yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı”ndan yemeye teşvik eder. Havva, meyveyi ısırır ve Adem’e de yedirir.
Tanrı, koyduğu yasağın çiğnendiğini anlar ve Adem’i sorgular.
Gerisi Tevrat’ta şöyle anlatılır:
Adem, “Yanıma koyduğun kadın, ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim” dedi.
Tanrı, kadına, “Nedir bu yaptığın,” diye sordu.
Kadın, “Yılan beni aldattı, o yüzden yedim” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Tanrı, yılana,
“Bu yaptığından ötürü
Bütün evcil ve yabanıl hayvanların
En lanetlisi sen olacaksın” dedi,
“Karnının üzerinde sürünecek,
Yaşamın boyunca toprak yiyeceksin.
“Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu
Birbirinize düşman edeceğim.
Onun soyu senin başını ezecek,
Sen onun topuğuna saldıracaksın.”
Tanrı, kadına,
“Çocuk doğururken sana
Çok acı çektireceğim” dedi,
“Ağrı çekerek doğum yapacaksın.
Kocana istek duyacaksın,
Seni o yönetecek.”
Tanrı, Adem’e,
“Karının sözünü dinlediğin ve sana,
Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için
Toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi,
“Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
Toprak sana diken ve çalı verecek,
Yaban otu yiyeceksin.
Toprağa dönünceye dek
Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın.
Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın
Ve yine toprağa döneceksin.”
*
Adanın yılanı saldırgan değildir. İnsan yaklaştı mı siner veya kaçar. Kaçamazsa upuzun uzanıp sopa rolü yapar. Sadece bir cinsin zehri ölümcül olabilir, diğerleri ya zehirsizdir ya da zehri sızıdan başka zarar vermez. Gene de doğada dolaşırken dikkatli olmak, özellikle çocukları yılandan sakınmak lazım.
Adada on çeşit yılan olduğu sanılıyor. Yılan cinsi pek incelenmemiş olduğu için kesin bilinmiyor. Bilinen, nesillerinin tükenmekte olduğudur.
Doğa, varlığı birbirine bağlı bir canlılar ağıdır.
Bir canlının yok olması, binanın duvarından bir tuğla alınmasına benzer.
Bir tuğla, iki, tuğla, üç tuğla fark etmez veya fark etmez gibi görünür ama gün gelir, tuğlaların çoğu yerinde durduğu halde, bina aniden çöker.
Kaç tuğla alındığında bina çöker, bilinmez.
Bu kural her şey için geçerlidir -hayvan türleri için, denizler için, küresel ısınma için.
Yılanlar azalıyor, fareler çoğalıyor. Çoğaldıkça çoğalıyor, güçleniyorlar ve en büyük düşmanları olan kedileri korkutup kaçıracak kadar büyüyorlar.
Fareler için zehir koymak çare değildir. Zehirlenip ölen fareyi kargalar, tilkiler, baykuşlar, şahinler, karıncalar yer ve onlar da ölür.
Zehir, ölüm çemberini genişletmekten başka işe yaramaz.
İnsan dengeyi bozabilir ama düzeltemez.
*
Tanrı, yılanı lanetlemiş olamaz çünkü doğayı meydana getiren dengeyi o kurdu, bütün tuğlaları o yerine koydu.
Ama insanı lanetlemiş olabilir. Çünkü insan, o dengenin, Tanrı’nın yarattığı bütün canlıların düşmandır.
Küçük parmağım uzunluğunda, şık bir tırtıl.
Yepyeni, gıcır gıcır, en güzel giysilerini giymiş gibi.
Latin çiçeğine uzanmış karnını doyuruyor.
Nereden geldi? Yetişkin bir tırtıl olmadan önce ne idi ve nerede idi? Tırtıl olmaktan sonraki aşaması kelebek. Ne zaman olacak bu?
Latin çiçeğinde karnını doyuruyor dedimse herhangi bir yerinde değil. Çiçeğin ucunu yiyor. En taze yerini. En taze olmak dışında, o uç bir şekilde dalın lokomotifi. Yendi mi büyümesi stop ediyor, uzayıp ilerlemesi duruyor.
Tren gibi. Lokomotifini yesen tren durmayıp ne yapacak?
Yanına yaklaşıyorum.
Ne yapıyorsun yahu orada, diyorum, nereden çıktın, neden Latin çiçeğimi yiyorsun?
Başını kaldırıp yüzüme bakıyor.
“İşim bu,” diyor. “Latin çiçeği yemek.”
Kim sana verdi bu işi?
Başını sağa sola sallıyor. Gene bir aptala çattık, işin yoksa anlat, der gibi.
“Her canlının bir işi var. Bir görevi. Hepimiz, bir görevi yerine getirmek için doğuyoruz. Görevimiz bizimle beraber dünyaya geliyor. İyi kötü, az çok yapıyoruz yapmamız gerekeni. Sonra, eyvallah.”
Feylesof musun, tırtıl mısın, kardeşim? Latin çiçeğimi yemene izin veremem, diyorum.
“Biliyorum. Görür görmez anlamıştım. Beni öldürecek misin? Genellikle öyle olur.”
Hayır. Seni buradan alacağım. Oraya koyacağım. Hafifçe. Zarar vermeden.
Burnumu otların olduğu yere çeviriyorum, orasının neresi olduğunu göstermek için.
“Ama ben Latin çiçeği yemeliyim. Diğer yeşillikler görev alanımda değil.”
Püff! diyorum. Bütün gün seninle tartışamam. Bu Latin çiçeğini yetiştirmek kolay mı oldu sanıyorsun?
Tırtıl, parmaklarımın ona yaklaştığını görünce kendini bir top haline getiriyor. Alıyorum. Şaşırtıcı derecede yumuşak ve hafif. Söz verdiğim gibi otların arasına bırakıyorum.
“Bir tek siz bu işi anlamıyorsunuz,” diyor, birbirimize arkamızı dönerken. “Dengeyi bozuyorsunuz.”
Haklısın, diyorum.
Ama kime?
Yeşil, sarı, kahverengi, şık tırtılı artık göremiyorum.
*
Yeryüzünde kaç canlı türü ve her türde kaç yaratık var?
Bu sorunun cevabı bilinmiyor ve sanırım hiçbir zaman bilinmeyecek.
Sadece bir türe bakacak olursak, yeryüzünde bir trilyon cins bakteri var.
Tek bir insanın vücudunda tahminen 100 trilyon bakteri hücresi barınır.
Bu tek hücreli türün yeryüzündeki sayısı ise bir nonilyondur. (Az önce öğrendiğime ve muhtemelen kısa zamanda unutacağıma göre, nonilyon - 10^30 – otuz sıfırı olan sayıya denir.)
Canlı türü sayısı, yarım milyon ile on milyon arasında değişiyor.
Baş döndürücü, amacı bilinmeyen, gören gözlere güzel görünen bir çeşitlilik.
Eğer Amerikan Tarım Bakanlığı benimle dalga geçmiyorsa, bahçede üstüne bastığım toprağın her bir kaşığında yüz milyon ile bir milyar arasında bakteri yaşar. Dört dönüm toprakta bir ton bakteri var.
Bakteriler toprağın gelişmesinde ve verimliliğinde büyük rol oynar. Bakterisiz toprağın oluşumu ve işlevlerini yerine getirmesi imkânsızdır.
*
Dünyayı düşündüğünde her şeyin dengede olduğu, her şeyin birbirine bağlı olduğu, canlı cansız her şeyin yaşamı sürdürmek için işbirliği yaptığı bir düzen düşün.
İnsanı düşündüğünde de bu dengeyi anlamayan, altüst eden, hem kendinin hem de bütün canlıların sonunu hazırlayan bir yaratık düşün.
Bu da herhalde bizim dünyaya gelme nedenimiz, diye düşünüyorum: Almak ama vermemek, yok etmek, kirletmek.
Eskimolar, beyaz adama Qallunaat (ka-lu-nat) adını verdiler. Qallunaat, Eskimo olmayan, dünyayı değiştirerek, her şeyi ticarileştirerek yaşayan insan türüdür. Yaşamı, bedeline bakmadan sahip olma üzerine kuruludur. Bu yaşam tarzının yan ürünü, bütün canlıların evi olan doğanın tahrip edilmesidir.
*
Tırtılı bıraktığım yere geri dönüyorum ve bağırıyorum: “Hey ahbap, geri dön. Vazgeçtim. Latin çiçeği senin olsun.”
Ama çok geç.
Tırtıl nerede?
Tırtıl artık yok.
***
Bir okuyucu düzeltmesi: Gobi Çölü'nde buz var
(Perşembe günkü) yazınızdaki “Türkiye’de basın özgürlüğü var demek Gobi Çölü’nde buz dağları var demek kadar absürttür,” anlatımı ne yazık ki çok doğru değil.
Gobi içinde Gurvan Saikhan Ulusal Parkı’nda Kartal Vadisi diye bilinen bölgede bir buzul bulunmaktadır.
Burayı görmüş ve hatta buzulun başladığı bölgelerde ona dokunmuş biri olarak teyit edebilirim.
Gobi Çölü farklı kısımlardan oluşuyor. Büyük bir kısımda bildik kumullar vardır. Ancak yarı çöl diyebileceğimiz bölgelerde bu tip “garip” oluşumlarla da karşılaşmak olasıdır.
Düzeltme için Önder Yılmaz’a teşekkür ederim.