30 Aralık 2017 Cumartesi

En çoğa sahip olan en az ile mutlu olandır

Feylesoflar arasında herhalde en bilinenlerden biri Diyojen’dir (MÖ 404-323).

Herkes onun bir küp içinde yaşadığını, “Dile benden ne dilersin,” diyen Büyük İskender’e “Gölge etme başka ihsan istemem” dediğini bilir.

Gündüz vakti, elinde lamba, “Dürüst adam” aradığını da.

Ancak, her iki söz de doğru değil.

Büyük İskender, feylesofların en eksantrik ve en esprilerinden biri olan çulsuz Diyojen’e hayrandı.

“İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim,” dediği yazılıyor.

Diyojen için yoksunluk, aza kanaat, tevazu üst meziyetlerdi.

“En çoğa sahip olan en az ile mutlu olandır,” derdi.

Ve: “Hiçbir şey istememek tanrıların ayrıcalığıdır, az şey istemek tanrıya yakın olanların.”

Bu nedenle, İskender’in iltifatına iltifatla cevap vermemiş, “Diyojen olmasaydım İskender olmak isterdim,” dememiş.

İskender önüne dikildiğinde şöyle demiş: “Sizden istediğim tek şey kenara çekilmenizdir. Bunu yaparsanız güneşime mani olmazsınız ve bana vermeniz mümkün olmayanı benden almazsınız.”

İmiş, diyorum çünkü Diyojen, Sokrat gibi, arkasında yazılı eser bırakmadı veya bıraktıkları kayboldu.

Ona ait olduğu söylenen her sözü başkalarına atfen biliyoruz.

Diyojen’in gündüz vakti elinde lamba Atina sokaklarında dolaştığı doğrudur, ama “Ne yapıyorsun” diye soranlara verdiği cevap “Dürüst adam arıyorum,” değil “Adam arıyorum” dur.

Diyojen Sinik feylesofların en ünlüsü idi. Siniklere göre tek iyi hal erdemli olma hali, iradeye hâkim olmak erdemli olmanın tek yolu idi.

Diyojen, Atina’da çok sayıda erdem sahibi kişi olmadığını göstermek için gündüz vakti lamba ile dolaşmıştı.

Diyojen Yunan kolonilerinden Sinop’ta doğdu. Bilinmeyen bir nedenle buradan sürüldü veya kaçmak zorunda bırakıldı. Atina’ya yerleşti.

“Sinoplular seni sürgüne mahkûm etti,” dendiğinde cevabı “Ben de onları oldukları yerde kalmaya mahkûm ettim,” olurmuş.

“Nerelisin,” diye sorulduğunda “Dünya vatandaşıyım,” dermiş.

Plato’ya “Diyojen nasıl biri?” diye sorulduğunda “Aklını kaçırmış bir Sokrat düşünün,” demiş.

Diyojen sıra dışı olmayı kişilik haline getirmişti. Ama deli değil değişik olmasındandı bu. Toplum kurallarına saygısı yoktu.

“Ben deli değilim, sadece kafam sizinkinden farklı çalışıyor" dermiş.

“İnsanı kendinden başka kimse incitemez,” dediğine göre arkasından konuşanları umursamıyor olmalıydı.

Bir gün bir heykelden sadaka isterken görülmüş.

“Neden heykelden dileniyorsun” diye sormuşlar.

“Reddedilme antrenmanı yapıyorum,” demiş.

“Her devletin temeli gençlerinin eğitimidir,” sözü ona aittir.

“Öğrenci kötü davrandığında neden öğretmeni kırbaçlamamalı?” sözü de.

“Eğitimli insan eğitimli olmayandan ne kadar üstündür,” diye sorulduğunda şu cevabı verirmiş: “Sağ olanın ölüye olduğu kadar.”


* (26 MAYIS 2012)

28 Aralık 2017 Perşembe

Leonardo: Çeşmeye giden adam

Dünyanın en tanınmış tablosunun ressamı olan Leonardo da Vinci hayatının son üç yılını Kral I. Francis’in konuğu olarak Fransa’da geçirdi. 

Francis ona dolgun bir maaş bağladı. Loire Vadisi’ndeki kalesinin yanında, büyük bir bahçe içinde, üç katlı bir ev tahsis etti. “Kralın Birinci Ressam, Mimar ve Mühendisi,” unvanını verdi. 

Leonardo Rönesans’ın en ünlü ressamı idi. Ama resim yapmayı sevmiyordu. Başladığı birçok tabloyu yarım bıraktı. Arkasında bıraktığı tablo sayısı bir düzineden fazla değildir.

Nedeni, belki de gelmiş geçmiş en meraklı insan olması, sayısız konuyla ilgilenmesidir. Bilinebilecek her şeyi bilmek, araştırılabilecek her şeyi araştırmak istiyordu. Tam bir polymath, çok yönlü kişi ve “Rönesans Adamı” idi. 

Arkasında bıraktığı binlerce sayfa not ve çizimde anatomi, fosiller,  kuşlar, uçan makineler, optik, botanik, jeoloji, suyun akışı, silahlar konusunda, çoğu orijinal  çalışmalar var. 

Leonardo’nun hayatı belki de tarihteki en büyük merak macerasısıdır. 

Notları sorularla doludur. Gök neden mavidir? Kare nasıl üçgen olur? Suyun havadan ağır ve kalın olmasına rağmen, neden, tersi olacağına, denizdeki balıklar havadaki kuşlardan daha hızlıdır? Ağaçkakanın dili nasıldır? İnsan vücudu nasıl çalışır?

Evlilik dışı doğmuş, solak, eşcinsel, çarpıcı derecede yakışıklı ve resmi eğitimden yoksun büyüyen Leonardo kitaplardan değil kaynaktan öğrenme, deneyimleme meraklısıydı. 

“Çeşmeye gidebilen su testisine gitmez,” diye yazdı notlarında.

O yılarda, krallar ve prensler için ünlü ressamları, heykeltıraşları, mimarları yanlarında bulundurmak, eserleriyle saraylarını, kentlerini süslemek büyük prestij kaynağı idi. 

Her yıl milyonlarca insanın ziyaret ettiği Floransa, Venedik, Roma gibi kentler, Louvre, Prado gibi müzeler Rönesans eserleriyle doludur.

On Dördüncü ve On Yedinci yüz yıllar arasındaki çağı kapsayan ve Yeniden Doğuş anlamına gelen Rönesans İtalya’da bir kültür hareketi olarak başladı ve Avrupa’ya yayıldı. 

Orta Çağ ile modern çağlar arasında köprü oldu. 

Rönesans’ta,  Kilise karanlığının yerini, yavaş yavaş, Progatoras’ın (MÖ 481-411) “İnsan her şeyin ölçüsüdür” cümlesiyle özetlediği hümanizm aldı. Bu yeni düşünce tarzı sanata, mimariye, politikaya ve edebiyata hakim oldu. 

Eski Yunan ve Roma düşünürlerinin eserleri hatırlandı ve yeni keşfedilen matbaa aracılığıyla yayıldı. Birçok entelektüel sahada devrim yaşandı. 

Bunun en belirgin olduğu alan sanattır ve bu sahanın tartışmasız en önemli siması Leonardo’dur.

Fransız kralı, Leonardo’nun fırçaya olan alerjisini biliyordu. Ama, onun çağın en usta ressam olma dışında en ilginç, en kültürlü kişi olduğunu da biliyordu. Onda resim değil arkadaşlık, sohbet aradı.

Rönesans’ta, fetih ile İstanbul’dan kaçan bilim adamlarının, kaçırılan kitapların önemli katkısı vardır.

Ne yazık ki bu kaçış hiçbir zaman ters döndürülemedi ve Türk Rönesans’ı diye bir şey olmadı. 

Atatürk ile bu yöne doğru bir kıpırtı başladı ise de uzun ömürlü olmadı. 

Her şeyin ölçüsünün insan değil Erdoğan olduğu AKP çağında ise, yaşanmakta olan Yeniden Doğuş’tan çok Yeniden Ölüm’ü andırıyor. 

“Nasıl iyi harcanmış bir gün mutlu bir uyku getirirse, iyi harcanmış bir hayat da mutlu bir ölüm getirir,” diye yazmıştı Leonardo. 

Ölümü ona 2 Mayıs 1519’da, altmış yedi yaşına bastıktan üç hafta kadar sonra geldi. 

Leonardo, onu sık sık ziyaret eden Kral I. Francis’in kollarında öldü.

Sormadan edemeyeceğim: Orhan Pamuk’un Erdoğan’ın kollarında öldüğünü düşünebiliyor musunuz?


İngilizce bilenler için, yazıda yararlandığım, okunması kolay, yeni bir kitap: Leonardo Da Vinci/ Walter Isaacson

26 Aralık 2017 Salı

Ne Et yerim Ne de Ot, Benim Adım Tom Tit Tot

Ozanköy

Adaya taşınmadan önce İstanbul’daki kitaplarımı dağıtmış, yanımda bir daha okumayı düşündüğüm on beş-yirmi kitap getirmiştim.

Yeni hayatımda, okumaya daha çok vaktim olduğu için eskisinden daha çok kitap almaya devam ettim.

KKTC’de posta iyi çalışmıyor. Lefkoşa’nın Rum tarafında bir posta kutusu edindim ve Amazon’dan kitap getirtmeye başladım.

Ve eski sorun yeniden baş gösterdi.

Geçen beş-altı yıl içinde aldığım kitaplar, kitaplıktan sandıkların, sandalyelerin, merdiven basamaklarının üzerine taştı.

Şimdi, yeni baştan, elden çıkaracaklarımı derlemekle meşgulüm.

Geçen defa kitaplarımı verdikten sonra bazılarının yokluğun hissetmiş, yeniden satın almıştım.

Bu defa da aynı şey olabilir ama bu olasılık beni başlattığım kitap kıyımından vazgeçirmeyecek.

İkinci defa okumayacağım kitapların kalabalığı beni yoruyor.

Ağırlaşma, toplama zamanı var, hafifleme dağıtma zamanı var. Şimdi ikinci çağdayım.

Kindle Store’un kataloğundan ısmarlanabilecek, çoğu üç-dört dolara, altı milyona yakın kitap var.

Bir Kindle edinip elektronik ortamda kitap okuyabilirim ama yapmayacağım.

Kitabı ekranda okumakla elde tutarak okumak arasında büyük bir fark var. Bir tablonun karşısında durmakla fotoğrafına bakmak arasındaki fark gibi.

Yeni bir kitabın kapağını incelemek, kokusunu almak, elde ağırlığını hissetmek zamanın eskitemeyeceği zevklerden biridir.

Beni ben yapan şeylerin listesini yapabilsem herhalde kitapları baş sıralarında bir yerlerde koyardım.

Okumak çocukluğumdan bu güne kadar bana eşlik eden tek tutkudur sanırım.

Elime aldığım ilk çocuk kitaplarından sonra ( “Ne Et yerim Ne de Ot, Benim Adım Tom Tit Tot”) kaç kitap okumuş olabilirim?

Amerika’da üç tür okuyucu varmış:

Yılda muhtemelen 12 kitap okuyan “Ortalama Okuyucu.”  

Yılda 50 kitap iştahlı “Doymak Bilmez Okuyucu.”

Ve 80 kitaplık “Süper Okuyucu.”

Süper Okuyucu olmak için yaklaşık dört buçuk günde bir kitap bitirmek lâzım.

Yirmi beş yaşında Süper’lik mertebesine ulaşan bir okuyucunun, uzun ömürlü olması halinde, okumayı ümit edebileceği kitap sayısı 4.560-4.880 arasında imiş.

Ankara’daki Milli Kütüphane’de, geçen yılın sonunda tam 1 milyon 298 bin 952 vardı.

Dünyadaki en büyük kitaplık olan İngiliz milli kütüphanesi British Library’de, değişik dillerde 150 milyon eser var.

Bu sayılardan da anlaşılıyor ki, bir insan nasıl denizdeki bütün balıkları yiyemezse bütün kitapları da okuyamaz.

Ama deneyebilir!

Jorge Luis Borges (1899 - 1986) “Hep cennetin bir tür kütüphane olduğunu hayal ettim” demiş.

Büyük bir bahçenin içinde olmak koşuluyla, iyi fikir.

*

İnsan dünyaya gelirken yanında karanlık getirir. Giderken aydınlık götürmek istiyorsa kitap okumalıdır.

Ve hiçbir şey sayfayı çevirmek kadar kolay değildir.

23 Aralık 2017 Cumartesi

Kızgın bir habeş gergedanından nasıl kurtulunur?

Şihab el Din el Nuveyri 1316 yılı civarında “okumanın küheylanına binmek üzere,” Memlûk Sultan’ının hizmetinden ayrıldı.

Sarayın taşınmaz mallarını idare ediyor, bürokratik işlere bakıyordu.

Küheylan ona “itaat etmeyi belleyince” el Nuveyri Kahire’de öğrendiklerini kâğıda dökmeye başladı.

Alçak gönüllü bir girişim değildi onunki: Amacı, gökyüzünün çapından, cinsel iştahı artıran karışımlara kadar, o gün var olan bütün bilgileri bir kitapta toplamaktı.

Adem Peygamber’in ilk hapşırmasından, deve kuşunun unutkanlığına kadar her konuyu içine alacak olan kitabı bittiğinde 9,000 sayfayı bulacaktı.

Kitabı okumadım. Kitabı özetleyen, yeni çıkmış İngilizce kitabı da okumadım.*

Bu kitabı gözden geçiren bir yazı okudum.** Ondan öğrendiğime göre, eğer okumuş olsaydım şunları öğrenecektim:

Yıldırım bir perinin şaklattığı kırbaçtır.

Yağmur damlaları gökyüzünde ilk oluştuklarında deve büyüklüğündedirler; bulutlar süzgeç işlevi görmese dünyadaki her şeyi yıkarlar.

Kayan yıldızlar, Tanrı’nın meleklerle konuşmasını gizlice dinleyen şeytanlara karşı kullandığı silahtır.

İnsanın, yılın her günü için 360 kemiği, 360 damarı vardır.

Kişinin muhakeme yeteneği aya benzer: Büyür ve küçülür, gider ve geri gelir.

Gül yapraklarından bir yatakta yatmak cinsel arzuyu azaltır.

Kızgın bir Habeş gergedanının saldırısından kurulmanın yöntemi ağaca tırmanmak ve kulağına işemektir.

Tavşan denizi görürse ölür.

Dişi kaplanı gebe bırakan rüzgardır. Bu nedenledir ki koştuğunda ona kimse yetişemez ve kimse onu avlayamaz.

Rüzgârın hamile bıraktığı diğer hayvanlar şunlardır: Kısrak, tavuk, akbaba.

Bunlara ve kitaptaki birçok şeye gülüp geçmek mümkün ama bunu yapmadan önce, 500 yıl sonra bugün inandığımız birçok şeye de gülünüp geçileceğini düşünmek gerek.

Beş yüz yıl beklemeye bile gerek yok.

Daha 50 yıl önce psikiyatristler homoseksüelliğin bir hastalık olduğuna emindiler.

Bugün Çin’de sayısız insan kaplan, gergedan gibi hayvanların kemiklerinden veya boynuzlarından elde edilen tozun mucizevi özellikleri olduğuna inanıyor.

Kainat gerçekten büyük bir patlama sonucunda mı meydana geldi?

Aspirinin kalp hastalarına iyi geldiği doğru mu?

Yetişkin bir erkeğin günde 3 litre, yetişkin bir kadının 2,2 litre su içmesi gerektiğinin palavra olduğunu kaç kişi biliyor?

***

Bugün, doğru olduğuna inanılan birçok şey zamanın sınavından geçecek sağlamlığa sahip değildir. (Bu gerçek bütün bugünler için geçerlidir.)

İnsanın gerçeğe ulaşma gücü çıraysa ipe sapa gelmezse inanma kudreti orman yangınıdır.

El Nuveyri’nin eseri Müslümanların hurafeye iltifat etmediği bir çağın ürünüdür. Ve

14. yüzyılda İslam dünyasında yazılan yüzlerce ansiklopedi, antoloji, sözlük, vakayiname, inceleme vesaireden sadece biridir.

El Nuveyri’nin kitabını önemli kılan, içerdiği bilgilerin zamanın sınavından geçip geçemediği değildir.

Şu soruları sordurmasıdır:

Nerede o altın çağ şimdi, o altın çağı yaratan özgür düşünce ortamı ve  o eserleri yaratan Müslümanlar?

El Nuveyri’den 700 yıl sonra Müslümanların yolu nasıl Boko Haram’a, Taliban’a, IŞİD’e, Suriye’ye, Yemen’e, Dindar-Bir-Nesil-Yaratacağız’a çıktı?-

* The Ultimate Ambition in the Arts of Erudition / Shihab al-Din al-Nuwayri, çeviren Elias Muhanna

**https://www.lrb.co.uk/v39/n23/anna-della-subin/if-the-hare-sees-the-sea

19 Aralık 2017 Salı

Güzellik kalır, ızdırap geçer

Birkaç gün sonra 100 yaşına basacak olan İngiliz yazar Diana Athill, Guardian gazetesi ile yaptığı söyleşide hayat felsefesini şöyle özetledi:

“Başkalarına zarar vermeden, mümkün olduğu kadar çok keyifli yaşamak.”

“Amin,” diyorum.

Ama bir şey ekleyeceğim:

“Başkalarına zarar vermeden ve başkalarının size zarar vermesine izin vermeden mümkün olduğu kadar çok keyifli yaşamak.”

İkincisi birincisinden daha zor, zira insanın çevresinde, hayatını zehir etmek için fırsat kollayan, bildiği ve bilmediği bir düşmanlar kalabalığı var.

Özellikle, biraz başarılı olmuşsa.

Ama kolay olan ne var?

Zor, sonuçta, kolaydan evladır çünkü daha ilginçtir.

“Kolayın üstesinden gelmek,” diye bir deyim olmasının nedeni bu olmalı.

Pek az insanın dinç ve aklı yerinde ulaştığı yaşa ulaşırken Athill’in vazgeçmek zorunda kaldığı şeylerden biri araba kullanmak olmuş.

Bunun dışında, yüz yaşında olmak nasıl bir şey?

“Muhakkak değişmişimdir ama hiç değişmediğimi düşünüyorum,” oluyor cevabı. “Şimdi kendime daha çok güveniyorum. Yaşlanmanın en büyük avantajlarından biri bu – başkalarının ne düşündüğünü umursamaktan vaz geçiyorsun.”

Guardian’a yeni bir kitaba başlamış olduğunu söylüyor.  

“Yüz yaşında, kalemiyle hayatını kazanan yaşayan pek insan düşünemiyorum,” diyor.

İki kardeşini de kaybetmiş.

Onun hâlâ yaşıyor olmasında çalışmaya hâlâ devam ediyor olmasının etkisi var mı?

Kim bilir.

Kimin ne kadar yaşayacağı çözümsüz bir muamma değil mi?

Geç yaşlara kadar konser veren piyanistler de genellikle uzun yaşar.

Çalışmayı bırakmamakla uzun ömürlü olmanın ilişkisini sorgulayan bir araştırma var mı acaba?

Geçenlerde bir dergide şunu okumuştum:

Henry Matisse (1869-1954),
1917’de Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki Nice kentine taşındıktan sonra her hafta yakınlardaki bir köyde yaşamakta olan Pierre-Auguste Renoir’ı (1841-1919) ziyaret etmeye başlamış.

Yaşlı, eşi ölmüş, hayalete dönüşmüş, romatizmalı Renoire resim yapmaya devam ediyordu.

Ama hastalık onu o kadar etkilemişti ki, bileklerine bağlanan fırçalarla çalışabiliyordu. Tuvale her fırça sürdükten sonra acıyla inliyordu.

Matisse, dünyaca ünlü birçok yapıta sahip olmasına rağmen neden hâlâ uğraştığını sormuş Renoir’a.

“Çok basit,” diye cevap vermiş usta. “Güzellik kalır; ıstırap sonunda geçer.” 

Altmış yıldır, azalmayan bir enerji, merak ve arayışla resim yapan İngiliz David Hockney’nin geçtiğimiz kasımda New York Metropolitan Müzesi’nde büyük bir retrospektif bir sergisi açıldı. Hockney seksen yaşında. O da Renoire gibi ölünceye kadar çizecek.

*

İnsanın hayatında her şey geçer – çocuklar, evlilikler, sevgililer, hırslar – işi kalır.

Eğer, “bir-an-önce-emekli-olayım-da-kurtulayım” değil de tutkuyla yapılan bir işse.

En şanslı insanlar, en güçlü veya en zengin olanlar değil, yaptıkları işe olan tutkularını hiç yitirmeyenlerdir.


Söyleşinin tamamını okumak için tıklayın...

16 Aralık 2017 Cumartesi

Tek başına yaşamanın iyi ve kötü yanları

Bir gece. Alt kattaki banyonun ışığını açınca lavabonun karınca kaynadığını görüyorum. 

Çoğu kanatlı. 

Lavabonun,  musluğun üzerinde, sabahlıklarının içinde hastane koridorlarını arşınlayan ameliyatlı hastalar gibi, yavaş ve şaşkın dolaşıp duruyorlar. Bir şey kaybetmiş de dikkatle onu arıyor gibiler.

Odadan kaçacak bir yer bulamadıkları için mi kendi etraflarında dönüyorlar? 

Nereden gelmiş olabilirler? 

Her tarafa bakıyorum ama bir delik bulamıyorum. Sokağa bakan pencereyi açıyorum. Odadan bir çıkış olduğunu fark edip uçup giderler, belki. Işığı kapatıp çıkıyorum. 

Bir saat kadar sonra döndüğümde karıncaların azalmış olduğunu görüyorum.

İki saat sonra lavabonun beyazında, dermansız dolaşan birkaç karınca kaldı. 

Geceleyin yatmadan önce banyoyu son defa denetliyorum, hiç karınca yok.

*

Tek başına yaşamanın iyi yanlarından biri bu. 

Bir başkasıyla uyumlu yaşama zorunluğu olmayınca, insan saatlerce karıncaları izleyebilir veya biber ağacının altında arıların vızıltısını dinleyerek düşünebilir. 

Ama bu da tatminkâr bir durum değildi. 

Bir başkasıyla birlikte olmak yalnızlık isteğiyle geliyor, yalnızlık bir başkasıyla birlikte olma isteğiyle. 

Kavuşmak da, kavuşmamak da eksik. 

“Fanusta kendini kovalayan balık gibi, yalnız olma isteği ile birliktelik isteği birbirini kovalıyor. Bazen biri tam, bazen diğeri. Çözümlenmesi imkânsız bir çelişki. Tam ve mükemmel olmak ender anlara ait. Ne yaparsam yapayım yarım kalacağım.”

Ertesi gece banyoda yine pek çok kanatlı karınca görüyorum. Gene araştırıyorum ve nereden çıktıklarını gene bulamıyorum. 

Bu o kadar da umurumda değil. Karıncaların uçuşa evimde hazırlanmalarından şikâyetçi değilim. Hatta memnunum. 

Gene pencereyi açıyorum ve gidiyorlar.

Kanatlı karıncalar erkektir. Uçuşa geçen kraliçe karıncayı yakalayıp onunla çiftleşmek için kanat çıkarırlar. 

En güçlünün kazanması bunda da geçerli: İçlerinden sadece biri veya ikisi kraliçeye yetişecek ve onunla sevişecek. 

Döllenen dişi uygun bulduğu bir yerde toprağa konacak ve bir delik açmaya başlayacak. Kendini güvende hissedecek kadar derine inince yumurtlayacak ve yeni bir karınca toplumunu başlatacak. Hayatının geri kalanını hiç dışarı çıkmadan, yer altında geçirecek. 

Erkek karıncalar ise, çiftleşsinler veya çiftleşmesinler bir- iki gün içinde ölecekler. 

Gel zaman git zaman, yeni yuvadaki  karıncalar da kanat çıkaracak, sonsuz yaşama-ölme çarkı dönmeye devam edecek.

“Yeryüzünün en esrarengiz yönlerinden biri, yaratıkların konuşmadan, birbirini anlamadan yan yana yaşamalarıdır.” 

Ama belki o kadar da esrarengiz değil. İnsanın kendisiyle olan ilişkisi de esrarengiz değil mi? Günde yirmi dört saat kendinle yaşıyorsun da kendini ne kadar tanıyorsun? 

14 Aralık 2017 Perşembe

İnsan bazen evinden kaçmalı

İnsan bazen evinden kaçmalı, kendini kapı, pencere ve eşya olmayan yerlere atmalıdır.

Ev hem sığınak hem geçen günlerin derlediği bir yüktür.

Ev, aklın basit bir kopyasıdır.

Arkada kalan, kaybolan birçok şeyi gizler.

Dolaptaki kazakların arasında, güve yumurtaları gibi yuvalanmış eski kavgalar var.

Yatak; sandığa kaldırılan yorganlar gibi, eski sevişmeleri saklar.

Yastıklar; eski rüyalar, kâbuslarla dolu.

Duvarlarda ölmüşlerin fotoğrafları, çekmecelerde çoktan giden çocukların küçüklük elbiseleri.

Ecza dolabı bıçaklardan kesici ilaçlarla hıncahınç.

O iğne ve iplik kutuda değil, artık olmayan birinin parmaklarında.

Tavandaki merteklerin arasında çocuk ağlamaları, gülmeleri var; sütlü meme ve çocuk bezi kokusu; dedeler ve nineler; arkadaşlar ve arkadaş olduğu sanılanlar; tıraş olunmayan pazarlar; sarhoş yatılmış geceler. İhanetler ve fedakârlıklar.

Fotoğraflarını gizlediğin kadın.

Halıların üstünde yürümüş ayakların sahipleri, şöminenin önünde şampanya içenler , balkonda sigara tellendirenler, mum ışığında yemek yiyenler bir yere gitmedi.  

Yıllarca önce ölen annem hâlâ o koltukta oturuyor.

Kımıldanacak yer yok.

Sessizlik sandığın şey şamata.

Ev hem hoş geldin diyor hem itiyor.

*

İnsan bazen bütün bunları arkada bırakmalı, kapı, pencere ve eşya olmayan yerlere kaçmalı.

*

Güneşli bir aralık günü.

Kendi öğüdümü tutarak buraya geldim, bu dingin deniz kıyısına, bu upuzun, boş kumsala.

Biraz yürüdükten sonra kıyıdan uzaklaşıp bir kum tepesinin üzerine uzanıyorum.

Gökyüzünde, arkasındaki maviliği gösteren, güneşi engellemeyen ipince bulutlar var.

Yakın görünüyorlar ama çok yükseklerde, buz kristallerinden oluşan, bulutların en güzeli Sirüs bunlar. Rüzgârın tezgâhında dokunmuş tül perde veya peri saçları gibi. Narin. Sakin. Upuzun.  

“İyi ki yaşıyorum, iyi ki buradayım, iyi ki bu gördüklerimi görüyorum,” dedirten bir an uzayıp gidiyor.

12 Aralık 2017 Salı

Akıl Oyunları

 

İstanbul

Öğleden sonra yazı yazmaktan ve evde oturmaktan iyice sıkılınca sinemaya gitmeye karar verdim.

Capitol sinemalarına telefon edip Russell Crowe'un oynadığı A Beautiful Mind veya Akıl Oyunları (Niye "Güzel Bir Akıl" değil, İngilizcesinde olduğu gibi?) adlı filmini 15.50 de görebileceğimi öğrendim.

Saat üçü on geçiyordu. Arabaya atlayıp Capitol'e gittim. Sıra başı bir bilet aldım. Kitapçıda biraz dolandım. Biletimi kestirip salona girdim.

Biletimde 13/1 yazıyordu. Orada bir adam oturuyordu.

"Yerimde oturuyorsunuz" dedim.

"Biri de benim yerime oturdu" dedi adam.

Adamı şiddet veya diplomasi kullanıp yerine gitmeye ikna etme havasında değildim.

"Ben de başkasının yerine oturayım o zaman" dedim. Arkasındaki boş koltuğa oturdum.

On saniye sonra ışıklar söndü. Yirmi saniye sonra iki genç kadın, gözleri karanlığa alışamamış insanların tedirgin yürüyüşüyle merdivenleri yavaş yavaş çıkıp yanı başıma park etti.

"Numaralar da görünmüyor" dedi biri. Diğeri, "dur bir saniye" dedi.

İçinde bir şeyler aranan bir kadın çantasının çıkardığı sesler duyuldu.

Birazdan küçük bir el fenerinin küçük ışığı koltuğuma vurdu.

"Yerimizde biri oturuyor" dedi el fenerli ses.

"Boş ver. Biz de arkasına oturalım öyleyse," dedi fenersizi.

Anlaşılan onlar da benim gibi, dış politikalarını hır çıkarmak yerine araziye uyup karakolluk olmadan filmi seyretmek üzerine kurmuşlardı.

Kadınlar arkamdaki koltuklara otururken onların da arkasından başka bir kadının sesi geldi.

"Benim de yerime oturdular."

İlginç.

Acaba sinemada herkes başkasının yerinde mi oturuyordu?

Bu, dünyadaki herkesin bir başkasının yerinde oturduğu tek sinema olabilir miydi?

Salona ilk giren kendi koltuğu yerine bir başkasının koltuğuna oturdu ise...

Bu yer, ikinci gelen kişinin yeri idi ise...

İkinci kişi üçüncünün yerine oturmak zorunda kaldı ise...

Ve bu, tesadüfen, zincirleme herkesin kendi biletindeki yerden başka bir yere oturmasına neden olmuş oldu ise... Olabilirdi.

Böyle bir şeyin olmuş olmasının matematiksel olasılığı ne idi?

Bunu benim bulmam olanaksız. Bunu ancak birkaç saniye sonra başlayacak filmin konusu olan Amerikalı matematik dehası John Nash çözebilir, bu kadar salak bir problemi kafa yormaya değer bulursa tabii.

Nash, Princeton Üniversitesi'nde 21 yaşında bir öğrenci iken rasyonel insan davranışını açıklayan önemli bir teori geliştirdi. Nash Dengesi olarak bilinen bu teori daha sonra ekonomide birçok olay ve davranışı açıklamak için kullanıldı.

Film matematik ve şizofreniyi anlatıyormuş gibi görünüyordu ama esas konusu sevgi ve saygı idi. Hayat matematik ve fizik ile değil, sevgi ve saygı ile yürüyordu: Eşe, işe, arkadaşlara, çevreye duyulan sevgi ve saygı. Nash'in bu nefis filmde anlatılan hayatı bunun bir kanıtı idi.

Ve bu hayat, sinemada başkasının yerine oturan adamın saygısızlığını gerçek perspektifine oturtuyordu.

Yargı sistemine, müzisyenlere, yazarlara, gazetecilere, akademisyenlere, saygısı olmayanlar, oyu ile iktidara geldikleri halkın parasını çalan politikacılar, "en büyük asker bizim asker" naraları ile sessizliği kirletenler, pencereyi açıp gol kurşunu sıkanlar.

Sinemada başkasının yerine oturan adam, bu ve bunlar gibi saygısızlık ırgatından sadece biri idi.

Olması gereken yerde olmayan insanlardan müteşekkil bir toplum olduğumuzu sembolize ediyordu.

(17 MART 2002)

9 Aralık 2017 Cumartesi

Mülkiyetle hırsızlık aynı şeyin iki yüzüdür

Telefonuma cevap verir vermez dostumun keyifsiz olduğunu anladım.

“Ne oldu?”

“Eve hırsız girdi,” dedi.

Yükte hafif pahada ağır ne varsa alıp gitmişler.

Profesyonel bir iş olduğu, içeriden yardım alındığı belliydi. İstanbul’un en seçkin semtlerini birinde, korumalı bir sitede oturuyorlardı. Birkaç günlüğüne yazlık evlerine kaçmışlardı. Hırsızlar bundan haberdardı. Daireye güvenlik kameralarının kapsamadığı bir yerden girmişlerdi.

Kısa sürede dönecekleri için arkadaşım alarmı kurmamıştı.

“Kursanız da bir işe yaramazdı,” demiş gelen polis. “Onlar alarmın çalışı ile güvenliğin geleceği zamanı çok iyi bilirler. Kapıya da silahlı bir adam bırakırlar.”

Gümüşler, mücevherler, saatler gitmiş.

Onun adına üzüldüm.

Aklıma yeniden, hırsızlığa karşı en iyi çarenin hiçbir şeye sahip olmamak olduğu, insanın yüzbinlerce yıl çalınacak hiçbir şeye sahip olmadan yaşadığı geldi.

*

Son günlerde Buşmenlerle ilgili iki kitap okuyorum.

Buşmenler güney Afrika’nın Kalahari bölgesinin yerlileridir.  Toplama ve avlama çağından kalan bu insanları beyazlar ve beyaz hayat tarzı neredeyse yok etti. Ama az sayıda da olsa hâlâ varlar. Kalahari’nin çok ücra yerlerinde avlayarak ve toplayarak yaşamaya devam ediyorlar.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kalahari’ye gelen antropologlar Buşmenlerle beraber yaşayıp, onların dillerini öğrenerek insanın atalarının nasıl bir hayat sürdüğünü öğrenmeye çalıştı.

Buşmenleri anlarsak, tarıma ve yerleşik düzene geçmeden önceki on binlerce yılda insanın hayat kalitesinin nasıl olduğunu öğrenmek mümkün olacaktı. 

Kalahari’deki araştırmaların sonuçları duyuluncaya kadar ilk insanın - İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un  (1588-1679)  sözleriyle - “münzevi, aç biilaç, hayvani ve kısa” bir yaşam sürdüğü düşünülüyordu.

Araştırmalar gerçek durumun bu olmadığını ortaya çıkardı.

Bazı antropologlara göre tarım ve yerleşik düzenin sona erdirdiği toplama ve avlama çağı insanlık tarihinin en mutlu çağıdır.

Okuduğum kitaplardan birinin adı o çağlardaki durumu çok iyi özetliyor: Bolluksuz Zenginlik.  Buşmenlerin zenginliği; bitki kökleri, yeşillik, değişik meyveler, sert kabuklu yemişler ve bol av idi.

İnsan sayısını, doğada bulunan besinlerin bolluğu veya darlığı tayin ediyordu.

Özel mülk yoktu – üstteki giysi ve ok ve yay ve kargı dışında.

Her şey eşit bölünüyordu. Birisi bir geyik veya başka bir hayvanı avladı mı etini eşit miktarda dağıtırdı.

Biriktirme ve satın alma da yoktu çünkü ihtiyaç duyulan her şey, her zaman bol olmasa da, çevrede vardı.

Hırsızlık yoktu çünkü çalınacak bir şey yoktu.

Tek silah olan zehirli oktan kurtuluş olmadığı için cinayet yoktu. 

Herkes eşit olduğu için zenginlik ve fakirlik de yoktu.

Aşk, evlilik, çocuklar, şarkılar ve dans vardı ama.

İnsan, iki buçuk milyon yıl, varlıkları onun müdahalesine bağlı olmayan hayvanları avlayarak ve bitkisel ürünleri toplayarak yaşadı.

On iki bin yıl önce tarıma ve yerleşik düzene geçti.

Bu insan tarihindeki en önemli dönüm noktasıdır.

Tarım, depolanabilecek bir besin stoku yarattı. Bu, insanları önce köylerde sonra kasabalarda ve şehirlerde yaşamaya itti.

Zenginler ve fakirler oldu.

Yaratılan değerin çoğunu elde etme ve dağıtma isteği yöneticilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Başkalarının yarattığı değerlere el koymak isteği savaşlara yol açtı.

Belki de en önemli sonuç şudur: Dünyadaki insan sayısını artık doğanın kendiliğinden yarattığı besinler belirlemiyordu. İnsanların ekip biçerek, hayvan evcilleştirerek elleriyle devşirdikleri besinler belirliyordu. Bu da, diğer buluşlarla birleşince, nüfusu arttırdı da arttırdı ve bu günlere geldik.

Bu günler nedir?

Bu günler insanın dünyadaki varlığının on yıllarla sayılmaya başladığı günlerdir.

*

Mülkiyetle ile hırsızlık aynı şeyin iki yüzüdür.

--

İnsanlığın tarıma geçişine dair son kitaplardan biri Yuval Noah Harari’nin Türkçeye “Sapiens – Hayvanlardan Tanrılara” olarak çevrilen eseridir.

Okumakta olduğum kitaplar şunlardır:

The Harmless People / Elizabeth Marshall Thomas
James Suzman /Affluence Without Abundance


2020 - 2023


ZAMANSIZ YAZILAR