Lale Devri’nde yaşasaydım, gece gelince
haremime çekilecek, ipek yastıkların üzerine uzanıp afyon çubuğumu
yakacak, dumanında dünyadan uzaklaşacaktım.
Onun yerine şömineyi yakıyorum, koltuğa uzanıyorum ve film izliyorum.
Dünyanın,
insan icadı baskısı gittikçe ağırlaşan, bulutları kararan,
sarsıntıları şiddetlenen gerçeklerini bir süre kapının dışında tutmak
için.
Dedelerimizin dedelerinin ve onların dedelerinin, ta ilk
dedeye kadar uzanan zamanlarda kurulan, bugün elbirliğiyle hayatta
tuttuğumuz, adına “modern hayat” dediğimiz, bir gerçek yarattık.
Herkes bu gerçeğin bir aktörü, hiç kimse ondan hoşnut değil, hemen hemen hiç kimse değiştirmek için bir şey yapmıyor.
İnsandan başka, gerçeklerden kaçmak isteyen bir başka canlı var mı?
Avlanan, kesilen, evleri yok edilen kuşlar, balıklar, hayvanlar ve bilumum canlılar için de gerçek hoşdeğil.
Onlar da o gerçekten kaçmak istemeli.
Hem de insandan daha sık ve daha büyük süratle.
Ama
istiyorlar mı? Kaçabiliyorlar mı? Hatta gerçeğin onlar için gittikçe
değiştiğinin, kısıtlayıcı ve yok edici olduğunun, farkındalar mı?
Bu soruların cevabı bilinmiyor.
SETI Enstitüsü’nden haberiniz var mı?
Amerika’da bir kuruluş. Kainatta yalnız mıyız değil miyiz onu öğrenmek için kuruldu.
Yeryüzü
dışında var olabilecek akıllı yaratıkların, yolladıkları veya
çıkardıkları sinyalleri yakalamaya çalışıyor 1970’lerden beri.
Ama böyle bir sinyali tespit etseler bile sinyal olduğunu veya ne anlama geldiğini anlayabilecekler mi?
Yanı başında yaşayan hayvanların ne düşündüğü hakkında en ufak fikri olmayan insan, bir uzay yaratığını nasıl anlayacak?
Çocukluğumdan
beri sinemayı severim. Lisede, üç ayrılmaz arkadaş, Andız, Galfa ve
ben, Lefkoşa’nın Rum tarafındaki Atheneon Sineması’na gider, harika
filmler izlerdik.
Alfred Hitchcock’un şimdi klasik olan Vertigo’sunu yeni gösterime girdiğinde orada izlemiştik.
O günlerden beri film bağımlısıyım.
Salondaki raflarımda binden fazla orijinal DVD var.
Gençliğimde, film izlemek için senede dört beş defa Londra’ya giderdim.
Nuri
Bilge Ceylan, Paolo Sorrentino, Andrey Zvyagintsev, Pablo Larraín,
Asghar Farhadi, Abbas Kiarostami gibi yönetmenlerin yeni filmlerini
sabırsızlıkla beklerim.
Station Agent, Sideways, Festen, Under the
Sun, The Return, The Great Beauty, Mevsimler gibi senede bir defa
yeniden izlediğim birçok favori filmim var.
Ama kaliteli filmler ve yönetmenler insanı dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırmaz, tersine o gerçeklerin içine çeker.
Afyonum olanlar televizyon dizileridir.
Diziler
kalitesiz ama eğlendiricidir demek istemiyorum. Killing, The Bridge,
Wire, Spiral, Fargo, True Detective, Homeland gibi diziler, iyi
filmlerle rahatlıkla boy ölçüşebilir. Hollywood’un son yıllarda yaptığı
en kaliteli işler arasında birçok dizi var.
Dizileri televizyondan
değil DVD’den izlerim. İlk izlediğim ve tiryakiliğimi başlatan The
Sopranos dizisi oldu. Belki bu uzun kış gecelerinin birinde yeniden
izlerim.
Kaça kaça nereye gidecek insan?
Filmlerin ötesinde,
insana sadece bilgisayar içinde var olan bir gerçeği yaşatmayı
amaçlayan Sanal Gerçeklik (Virtual Reality) ve Yapay Zeka (Artificial
Intelligence), yani robotlar var. İkisi de “afyon” olarak daha hazır
değil ama olmalarına çok uzun zaman kaldığını sanmıyorum.
“Şömineyi
yakıyorum, koltuğa uzanıyorum, robot sevgilim kucağımda film
izliyorum,” gibi cümlelerin yazılacağı günler pek uzak değil.
O zaman şömineyi yakmaya gerek kalacak mı? Belki insan kaloriferli bir robot ısmarlayıp ısınma derdinden kurtulur.
Ama ateş sadece ısınma için değil. Belki o kalır.