29 Ağustos 2015 Cumartesi

Hande Çayır'ın metresleri

Kadın kişinin ilişkisi olan adam kişi evliyse kadın kişinin adı direk metres oluyo. Adam adam olarak kalıyo.
(Ekşi Sözlük)

Bazen bir bademi kırdığınızda içinden bir değil iki badem çıkar. Bazı evlilikler bu bademlere benzer. İçini açarsanız bir değil iki kadın bulursunuz: Eş ve metres.

Ama, içinden iki kadın çıkan evlilikler çift bademlerden çok fazladır. Evlilikle metreslik mangal ile şiş gibi bir bütünün parçalarıdır çünkü.

Bilmek mümkün değil, ama tarihteki ilk evlilikle ilk metreslik arasında çok zaman olduğunu sanmıyorum.

Neden bazı erkekler metres arar ve neden bazı kadınlar metres olur?

T24 yazarlarından Hande Çayır’ın birkaç gün önce piyasaya çıkan olağanüstü ilginç söyleşi kitabı bu soruların cevabını araştırıyor.

Metres nedir? diye soruyor Çayır adını Prenses adını taktığı bir kadına.

Kadın cevap veriyor: Metres bence ihtiyaç molası. Yolculuk...

Nasıl bir deneyim bu?
Eğretilik hissi... İkincil olma hissi kadının doğasına aykırıdır. Her kadın tanrıça adayı olarak yaratılmıştır. Ya tanrıçasındır ya da değil. Arası kısa devre yaratır.

Bir başka kadın “Metres eşini aldatmadır,” diye cevap veriyor. Bir başkası “Orospudan hallice metres.”

Tarifi “Boşluk doldurucu,” olan bir kadına Çayır soruyor:

Nasıl yani?
Adamın evliliğinde bulamadığı şeyleri ikinci kadında bulması.

Evlilikte bulunamayan şeylerin ne olabileceğini Minnoş Bey “Karımın yapmadığı, yapmaya yanaşmadığı şeyleri yaşayabilmek ve heyecan için,” olarak anlatıyor. “... karımla görev yerine getiriyordum. .. Oral, anal ilişki hiç̧ yoktu... Metresimle ise içimdeki gizli benlik hayata geçiyordu.”

İstediklerinizi yaşayabildiniz mi?
Metresim son derece açık fikirliydi. Grup ve eş değiştirme dâhil birçok deneyim yaşadık. ... Fantezilerimi sorgusuz kabul etti.

Fantezileriniz nedir?
Biseksüellik, grup: İki kadın bir adam ve iki adam bir kadın olarak yani.

Metresinizi sevdiniz mi?
İnsan olarak evet, ancak bu bir çiftin yaşadığı sevgi ya da aşk değildi.

Eşinin metresi olduğunu öğrenen kadın ne hisseder?

“Çok üzüldüm,” diyor 39 yaşındaki Gülümser. “Açıkça konuşsaydı, ona göre çözüm arardık. Kandırılmak kötü bir şey. En kötüsü o. Birine girmek çıkmak değil mesele. O da ağır tabii de. Hepsi ağır işte.”

Cibalili feylesof Prenses başını sallıyor. “Her metres hikâyesi buruk olmaya mahkûmdur” diyor.

Neden kadınlar bu buruk hikâyenin kahramanı olmayı kabul ediyorlar?

“Derin değersizlik inancından dolayı ikinci kadın olmayı kabul ettiğimi fark ettim,” diyor Hümeyra fırtınalı bir metreslik macerası bittikten sonra. “Dört yıllık okuldu bu. Mezun olduğumda elimde yepyeni bir ben vardı. Onu özlüyorum ama tekrar yaşar mıyım, sanmıyorum.”

Kitapta yirmiye yakın hikâye var.

Benim en hoşuma gidenlerden biri 76 yaşındaki anneannenin trajikomik öyküsüdür. “Her şeyi yaşayamadık biz,” diye anlattı alkolik kocasıyla mutsuz bir ömür geçirmek zorunda kalan kadın. “Kutu kutu karanlık odalara hapsolmuş gibiydi her şey.”

Kocası içki yüzünden ereksiyon olamadığı için cinsel tatmini mastürbasyonda bulmuş.

Şu an da yapıyor musunuz?
Kadınların cinselliği bitmez ki zaten.

A-a!
Erkeklerin biter!

A-a!
Hiç erkeğe gerek yok bence. Erkeğin o pisliğini çekmeye, şidddetini çekmeye...

Sevindim doğrusu!
Onun gönlünü yapmaya hiç gerek yok. (Gülüyor.)

Bunları duyduğum iyi oldu.
Vallahi ben de “bunları anlatayım birilerine ölmeden” diyordum.

Çayır’ın kitabı Türkiye’nin, iki yüzlülük duvarları arkasına kapatılmış cinsel hayatına açılan ender bir penceredir.

Hande Çayır Ne Zaman Boşanacaksın da Evleneceğiz? Ka Kitap

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Güneşte mısır inciri

Ozanköy

Güneşte mısır inciri topluyorum.

Gonca keçiboynuzu ağacının gölgesinden beni izliyor.

Komşum. Saçları kınalı.

Yüzünde alaycı bir tebessüm var.

Soruyor: “Bu saatte toplanır mı yahu?”

Saat on bir civarında olmalı.

“Toplanmaz mı?” diyorum ben.

“Toplanmaz tabii.”

“Ne zaman toplanır.”

“Sabah erkenden toplayacaksın. Serinde. Şimdi içleri fırın gibidir.  Yumuşak. Kesersen dağılır.”

“Buzdolabına koyarım.”

“Hıh!”

Burnundan hava vererek çıkartıyor bu sesi. Başını çevirip orada olmayan birine niyetimi naklediyor. “Buzdolabına koyacakmış!”

Bir elimde bıçak, bir elimde kova var. Mısır incirinin dikenlerinden korunmak için ellerime deri bahçe eldiveni giydim. Kesmek için en iri, en olgun olanlarını seçiyorum. Renkleri gün batımından.  Turuncu ile kırmızı arası.

Başımı çevirince kimse yok. Ağustos sıcağının kavurduğu bahçe boş.

Az sonra Gonca’yı yanı başımda hissediyorum.

“Ben olgunlarını sevmem,” diyor.

“Sana olgun olmayanları veririm.”

“Amaaan. Bende var. Seninkileri ne yapayım.”

“Neden benimkileri istemiyorsun?”

“Seninkiler çok çekirdekli.”

“Nereden biliyorsun çok çekirdekli olduklarını.”

“Sen yokken kestim.”

“Ne demek çok çekirdekli?”  Mısır incirinin Kıbrısçasını kullanarak soruyorum. “Çekirdeksiz babutsa mı olur?” 

“Sulamıyorsun. Sulamayınca böyle oluyor. Çekirdekli.”

Gonca, aptal şehirli yerine koyarak beni sinirlendirmekten hoşlanıyor. Tuzağına düşüyorum.

Soruyorum: “Babutsa kaktüs. Kaktüs su mu ister?”

“Su istemeyen bitki mi var yahu! Bu sıcakta. Tabii ister. Sulayacaksın.”

“Üff. Peki. Sen kendi sulanmış babutsalarını ye. Ben kendi çekirdekli babutsalarımı.”

“Niye kızıyorsun yahu?” diyor belirli belirsiz  bir tebessümle. Beni kızdırmayı başardı. Bir kahkaha atıyor. Ağzında bazı dişler yok. Yaptırdı ama sevmediği için takmıyor.

“Kızmıyorum.”

“Amma kızmıyorsun ha!”

Kovayı dolduruyorum. Birlikte eve yürüyoruz. Kovayı mutfağın basamaklarına bırakıyorum. O durmuyor. Yanımdan geçip yavaş adımlarla bahçe kapısına yürüyor. Yavaş yavaş kapıyı açıyor. Sessiz, dışarı çıkıyor. Sağa dönüyor, evine doğru yürümeye başlıyor.

Tek başına yaşayan orta boylu, altmışlarında bir kadındı Gonca. Geçen yaz öldü. Evde tek başına iken yere düştü. Öylece kaldı. Ablası üçüncü gün onu bulduğunda hala sağ ama komadaydı. Acele ambulans çağırdı. Hastaneye götürdüler ama kurtaramadılar. O gece öldü. Türkiye’deydim. Ölümünden haberim olmadı.

Neredeyse bir sene oluyor.

Köyde ahbabım olan tek insandı. Sık sık görüşmezdik ama orada olduğunu bilirdim. Çok canım sıkıldığında, birisine iki laf etmek istediğimde, kapısını çalardım. “Bana kahve yapacak mısın?”

Öldüğüne alışamıyorum. Kızıp neden kızdığını açıklamadan gitmiş bir dost gibi arkasında çözümlenmemiş bir şey bıraktı.

Hep orada olacak, benim şehirliliğimle dalga geçecek, bana soyulmuş babutsa, gömeç, kabak çiçeği dolması getirecek, inanılmaz derecede darmadağın evinde az şekerli kahve yapmaya devam edecek sanıyordum.

Arabayla kapısının önünden geçerken bahçesini, balkonunu görüyorum. Balkonda bir başkasının koyduğu koltuklar var. Bahçe boş. Sulanmıyor.

“Neredesin be Gonca,” diyorum yüksek sesle. “Niye gittin? ”

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Sınıf birincisi incir için yarış

Ozanköy

Ev duvarı ile bahçe duvarının birleştiği yerde kendiliğinden çıkmış bir siyah incir ağacı var.

Her gören “Kes, duvarı yıkacak” diyor ama kulak asmıyorum.

Yıktığı falan yok, ayrıca, yıkarsa yıksın.

Bahçedeki en lezzetli incirleri bu ağaç veriyor. Geçen kış yağmurlu geçtiği için bu yaz üstünde çok incir var.

Her sabah kalkınca, ilk iş  pencereden dışarı bakıyorum. Ağaçtaki kuşlar beni görünce kaçışıyor. Yaseminle birlikte incir yapraklarının acı sütlü kokusunu alıyorum. (Yaprağı kokan tek meyve incir olabilir mi?) Uzansam neredeyse tutabileceğim dallar küçük yeşil meyve dolu.

Tahminimce, olgunlaşmalarına daha bir hafta var. Ama tahminim pek güvenilir değil. Daha önce de olabilir, daha sonra da.

Bir alt kattaki pencereden de görünüyor dallar. Yere değdi değecekler. Birinde iri mi iri bir incir var. Alt kısmı kararmaya başladı ama üstü hâlâ yeşil. Olgunlaşmada diğerlerinin önünde. Sınıf birincisi gibi bir şey. Bir ara gidip tutacağım ve yenmeye ne zaman uygun olacağını tahmin etmeye çalışacağım.

İncirlerle ilgilenen tek ben değilim. Kuşlar da var. İlk olgunlaşan meyveleri onlar yer hep. Karışmam, kovalamam.

Güney Almanya’da görmüştüm. Trenle geçerken. İsviçre hududuna yakın bir yerde. Kuşların yememesi için kiraz bahçelerinin üzerine plastik tavan germişlerdi. Eee? diye düşünmüştüm. Kuşlar ne yiyecek, onlar dünyalı değil mi?

Bir kiraz hikayem daha var. Bu da Avusturya’dan. Weissensee Gölü yakınlarında, kaldığım küçük ahşap evin arazisinde dolaşıyordum. Komşunun hududuna kadar yürümüştüm. İki mülkü ayıran tele vardığımda bir ağız şapırtısı duydum. Birisi şapır şupur bir şeyler yiyordu. Çevreye baktım. Kimseyi göremedim. Şapırtı devam etti. Bir süre sonra başımı yukarı kaldırmak aklıma geldi. Telin diğer tarafındaki kiraz ağacına tahta bir merdiven dayalıydı. Ağaçta kiraz yiyen ihtiyar bir adam vardı. Göz göze geldik. Gülümsedi. Konuşmadı ama, çünkü ağzı kiraz doluydu. Onu hâlâ görüyorum: Kırmızı kiraz küpelerinin ve yeşil yaprakların arasında gülümseyen, yumuşak beyaz saçlı, mutlu bir adam. İhtiyar bir kiraz kuşu.

Bahçemdeki kuşların yediği incirlerin çoğu merdivensiz ulaşamayacağım kadar yüksekte. “Üsttekiler sizin, alttakiler benim” doktrini geçerli, az çok.

Kedi kadar güzel ve temiz tarla farelerini de unutmamalıyım. Onların doktrini “Alttakiler de, üstekiler de bizim.”  

Fareler gece, kuşlar gündüz faaliyette. Bu nedenle incir yiyeceksem uyanık olmalıyım.  

Bakalım sınıf birincisi inciri kim yiyecek.

Pek ümitli değilim. Ben bir taneyim. Kuşlar, fareler ziyade.

Göreceğiz.

Sizi haberdar ederim.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Yüzü olmayan kadınlardan aldığım mektuplar

Yüzünü görmeden mailleştiğim kadınlar var.

Düzensiz, zaman araları gayrimuntazam mailler, gökten değişik insanlar getiriyorlar bana. Okurum iken arkadaş olmuş veya arkadaş olmaya aday insanlar.

Mailler yıldırım hızı ile gidip geliyor (gittikleri ve geldikleri zaman). Ama yarattıkları arkadaşlık (arkadaşlık kelimesi bu kaidesiz, ‘zorunsuz’ teması tarif etmeye uygun mu?) yavaş.

Bazısıyla günaşırı mailleşirim, sonra ara açılır, açılır, açılır; onlardan bir daha haber almayacağım sanırım. Ve almam. Bazısından altı ay, bir yıl veya daha uzun bir zaman geçtikten sonra bir mektup alırım. Aniden, rutin mailler arasında tanıdık ama nerdeyse unuttuğum bir isim:

Sevgili MM, 

Bu akşam The Good Lie var ekranımda. İzlemişsindir büyük ihtimalle. Az önce Sudanlı kardeşler kazandıkları ilk parayla pizza aldılar ve yemeden önce o pizza için tanrıya şükrettiler. Ve kendilerinden ayrı olan kız kardeşleri için de iyi dileklerini sundular. Sen geldin aklıma. "Şükretmek" yazınla sevmiştim seni. Ve o yazıyla takip eder olmuştum. Filmde bunu görmek hoşuma gitti. Dahası duygulandırdı beni.
 
Harika bir film. Sıcacık, içten, etkileyici...

Sildiriyor arada gözyaşlarımı. Uzun zamandır bir filmde gözyaşım yoktu. Birazdan ikinci yarıya geçeceğim.

Bu akşam menümde bira, İzmir tulumu, salatalık turşusu ve cips var. Seviyorum bu grubu.
Şimdi bu akşamın ikinci ve son birasını alacağım, cips ilave edeceğim ve filmin ikinci yarısına başlayacağım.

Teşekkür ederim sana, böyle tatlı anlarla geldiğin için aklıma...

Son gönderdiğin e-postaya cevap veremedim ama aklımda :)

Muzur musun nesin :)

Kim bu kadın? Nasıl bir evde yazıldı bu satırlar? Kafası yerinde miydi yazarken? Yalnız mı, başkasıyla mı oturuyor?  İşinde mutlu mu? Uzun mu, kısa mı? Dövmeleri var mı? Bu yıl tatile çıktı mı?

Ne buluyor bu ara sıra yazışmalarda?

Ben ne buluyorum?

Yazılan kelimelerin insanı ile konuşulan kelimelerin insanı aynı değil.

Yazılan kelimelerin sesi yok... Aksanı, tonunu, müziği. Yüzü olmayan bir insandan geliyorlar. Ağzı -dudakları, dudaklarının kelimeleri şekillendirirken aldığı şekil, dili, dişleri- görünmüyor.

Bazıları bana hayatını anlatıyor.

M., İstanbul’un büyük giyim mağazalarından birinde üst düzey satıcıydı. İyi para kazanıyordu. Daire, araba satın almıştı. Ama ailesi geleneksel ve boğucu, evliliği mutsuzdu. Eşini boşadı, işinden ayrıldı, Londra’ya dil öğrenmeye gitti. Geri dönmedi. Evlendi, çocuk sahibi oldu. Mutlu yeni bir hayat kurdu.

Türk vatandaşıyım, Türk olmayı seviyorum, diye yazdı iki yıl önce. Ama burada İngiliz vatandaşı olmak için sonuna kadar savaşacağım çünkü biliyorum ki en fazla 10 sene sonra Türkiye Türkiye olmayacak.

Ona saygı duydum. Risk almış, kararlılık ve inatla kaderini değiştirmiş, sessiz bir tevekkülle mutsuz hayatlarına katlanan milyonların arasından sıyrılmıştı. Bir ara takıntı boyutunda bana yazdıkları toplansa bir kitap olurdu.

Öyküsü bitince mailleri bıçak gibi kesildi.

Bazı kadınlar sorunlarını, dertlerini, mücadelelerini, başarılarını ve yenilgilerini anlatıyor. Arzularını. Hüzünlerini. Hayallerini. Düş kırıklıklarını.

Karşılaştıkları hoş şeyleri:

(Torunum) uyumakta güçlük çekince babasını yanında istemiş. Kitap okuma filan, yine de uyku yok. Baba da ‘sevdiğin güzel bir şeyi düşün, uykun gelir,’ demiş. Sonra neyi düşündüğünü sorduğunda: 'Seni düşünüyorum,' demiş.

Yersin.

İşte masumiyet budur! Nasıl olur da, bekaret gibi, kaybedilince bulunmaz?

İnsanın içini yalnız çok yakınlarına döktüğü doğru değildir. Bazen tanımadıklarına açılmak daha kolaydır. Tanımadığınız biri sizi eleştirmez, yargılamaz çünkü. Dinler. Sır saklar.

N:

Ben sanırım depresyondayım :) Hatta, hiç bitmeyen bir depresyonun evrelerini yaşıyorum :) Evli ve yalnız olmaktan bunalmış olmalıyım ki, beni daha da derin bir yalnızlığa gömecek bir duygu savrulmasına imza atıp bir başka evli ve uzakta yaşayan  adama aşık oldum. Gönül eğlendireceğini düşünen adam da sanırım neye uğradığını şaşırdı.

O kadar yoruldum ki hayatımın her evresinde ‘rağmen’ iş yaptığım eşime direnmekten.
Allah’tan çocuğum iyi okuyor.

Evde 80 yaşında bir annem de var.

Hayatım birbiriyle ilgisi olmayan insanların ortasında her birinin hayatını kolaylaştırmakla geçiyor. Anneminkini kolaylaştırmam da onun anılarını dinleyerek oluyor. Bazen o hiç bilmediğim isimleri sayarak çocukluğunu anlatırken kendimi başka dünyalara dalmış yakalıyorum, derin bir vicdan azabıyla konuya dönmeye ve soru sormaya çalışıyorum.

Bu minik hayatta her gün kendimle oyun oynuyorum: Sahip olduklarına şükret ve mutlu ol.

Mutsuz değilim, ama mutlu muyum onu da bilmiyorum.

Bunu size niye yazıyorum onu da bilmiyorum.

İki buçuk yıl aradan sonra yeniden “köşe yazıları” yazmaya başlamamda, bu tür mailleri özlememin başlangıçta farkında olmadığım bir rolü var mı, diye düşünmeye başladım, bir süredir.

H:

Artık hiçbir şey keyif vermiyor. En çok ne zaman mutluyum... Sanırım artık hiçbir zaman... 

Sadece hayvanlarla beraberken, doğanın içindeyken, çiçeklerimle uğraşırken falan kısa kısa, yaz sıcağında belli belirsiz bir esinti gibi anlar var, işte hepsi bu... :)

Diğer H. bayram tatiline, herkes bayram tatilinden döndükten sonra çıkmış.

Yola çıkmayı başardım sonunda. Esenler otogarı çok kirli bir yer. Kokular çok keskin. İyice kalkanlı bir hayat kurmuşum, onu anlıyorum. Yanıma ilginç bir kadın geldi şimdi oturmaya, otobüs arkadaşım. Dokuz-on yaşlarında bir de çocuğu var, onu kucağına alacakmış. Telefonumu rica etti. Bir yeri aradı hızlıca. Teşekkür etti. Siz nasılsınız kuzum?

“Nereye gidiyorsunuz,” diye sordum, nasıl olduğumu sonra anlatmaya bırakarak.

Marmara Ereğlisi, 15 yıllık bir dostumun aile evine geldim. Yüzdük. Onlara salata yaptım. Bahçede semizotu var.

Semizotu. Benim bahçemde de var. Suladığım bitkilerin köküne yakın yerlerde, kendiliğinden çıkıyorlar. Yabani oldukları için yaprakları pazarlarda satılanlardan daha dar ve kısa. Sabahleyin erkenden toplandığında tadı daha ekşi. Sarı çiçekleri mevsim sonunda tohum kesesine dönüşür. İçlerinde iğne ucu kadar ufak, simsiyah rüzgarda kolay dağılan tohumlar olur. Çiğnerken küçük çıtırtılar çıkarırlar. Haşhaş tohumu gibi.

Nasıl salatasını yaptı acaba. Sade? Yoğurtlu? Yoksa domates, taze soğan, salatalıkla beraber mi?

Her şey bir öykü. Her hayat bir roman.


2020 - 2023


ZAMANSIZ YAZILAR