Gezgin ve doğa bilimcisi Michel Adanson, 1794’te Senegal kıyılarında seyahat ederken bir gün kano ile Sor adasına gitti.
Niyeti antilop avlamaktı. Ama adaya çıkar çıkmaz avı unuttu çünkü
karşısına antiloptan daha ilginç, devasa ama hareketsiz, yakalanması
imkansız şeyler çıktı.
“Av düşüncelerini aklımdan tamamen sildim” diye yazdı daha sonra genç
Fransız. “Bütün dikkatimi karşımda duran, şaşılacak kalınlıktaki ağaca
verdim. Kollarımı açılabildikleri kadar açtım. Ağacın çevresini
ölçebilmek için, kollarım bu şekilde açık etrafında on üç kere dolaşmam
gerekti.”
Daha sonra sicim kullanarak ağacın çevresinin 8.3 metre olduğunu buldu. Adada ilerleyince daha da büyük ağaçlar gördü.
Adanson baobab ağacını bulmuştu. Heyecanlıydı çünkü dünyanın en büyük
ve en yaşlı ağacını keşfettiğini sanıyordu. (Her iki konuda da yanıldı:
Dünyanın en büyük ağacı Kaliforniya’daki Sierra Nevada bölgesinde
büyüyen sekoya, en yaşlısı Utah ve New Mexico dağlarında barınan
bristlecone çamıdır.)
Adanson daha sonra Senegal’in derinliklerinde başka baobap ağaçlarına
rastladı. Bazılarının gövdelerine, on beş ve on altıncı yüzyılda
oralarda yaşayan Avrupalılar isimlerini kazımışlardı. Yüzyıllar
geçmesine rağmen hala okunabiliyorlardı.
Richard Mabey’in Bitkiler Kabaresi’nde* bu satırlara gelince kitabı kapattım ve düşüncelere daldım.
İnsan, neden, ismini veya başkalarının isimlerini ağaç kabuklarına
kazma veya dağ başlarında, deniz kenarlarında kayalara yazma ihtiyacı
duyar?
Geçici olan bir şeye vücut vermek için mi?
Kendinden daha sağlam ve kalıcı bir şeyin üzerine varlığından bir iz
bırakmak, daha sonra oraya gelecek olanlara “Ben de buradaydım” demek
için mi?
Bir gün geri döndüğünde eski kendinden bir emare bulmak için mi?
Ama bu ihtiyacı neden duyar?
*
On üç on dört yaşlarındayken yazlarımı babamın orman bekçiliği
yaptığı Arapköy’de geçirirdim. Her gün öğleden sonra, sıcaklık insafa
gelmeye başlarken, elimde değneğim köye yukarıdan bakan tepeye tırmanır,
oradaki cılız harnup ağacının altına otururdum.
Plastik ve elektronik öncesi yıllardı. Çamlı Beşparmak dağları arkamda, Akdeniz, tertemiz ve pırıl pırıl, önümdeydi.
Sessizlik, havadaki hoş koku, manzaranın güzelliği bana doğal gelirdi çünkü o zaman her yer öyleydi.
Benden küçük olan kardeşlerim bazen benimle gelmek isterlerdi ama
onlara mani olurdum.
Çünkü sevdiğim kızın adını harnup ağacına
kazımıştım ve görmelerini istemiyordum.
Ben de, herhalde, baobab ağaçlarına isimlerini kazıyan Avrupalılar gibi bir iz bırakmak istemiştim. Aşk izi.
Yıllar geçti ve her şey değişti.
Tepe ile Beşparmak arasına Girne’yi havaalanına bağlayan bir yol
yapıldı ve köyün ormanla bağlantısı kesildi. Dağ büyük yangında
çamlarını kaybedip kelleşti. Köy beton evlerle, köylü olmayan,
köylülerin yaptığı işleri yapmayan ailelerle doldu.
Üzerine adını yazdığım ağaç söküldü, tepe düzleştirildi, ve üzerine cep telefonu antenleri dikildi.
Kızı, bütün bunlar olmadan yıllarca önce, liseden alıp zorla evlendirmişlerdi.
*
Önemli ve özel olduğumuza inanmak, arkamızda bir iz bırakmak isteriz ama bu istek abestir, kibirdir.
Galaksilerin bile iz bırakmadan yok olduğu kainatta, belki kainatın kendisi dahil, her şey geçicidir.
Böyle bir dünyada en iyi nasıl yaşanır?
İnsanın cevabını araması gereken en önemli soru budur.
*Cabaret of Plants. Türkçesi yoktur.