İntihar bombacıları kalabalıkların arasına
karışıyorlar, bombalarının pimini çekerek beş, on, yirmi, yüz, yüz otuz
insan katlediyorlar.
Zaman geçiyor.
Ölenler gömülüyor, yaralılar iyileşiyor, olay unutuluyor, bir başka
intihar saldırısını anlatan haberin son paragrafına eklenecek bir rakam
oluncaya kadar küçülüyor.
Ama orada olan, ölmeyen, yaralıların çığlıklarını duyan, yere
uzatılmış ölüler arasında arkadaşlarını arayan, elbiselerinde
başkalarının kanlarının lekesi evlerine dönüp hayatlarına devam etmek
zorunda olanlar da var.
Onlara ne oluyor?
Birkaç gün önce C. A.’dan bir mail alana kadar onları düşünmemiştim.
“Üzerime insan parçaları yağdı ve şans eseri hayatta kaldım. Tamamı
insanoğluna ait kanların kaygan ve sıcak varlığı üzerimde, gezindim.
“O günden beri zamanın ve evrenin bir başka boyutuna savrulduğumu düşünüyorum.”
Yüzden fazla kişinin ölümüne neden olan intihar saldırısının meydana
geleceği 10 Ekim günü, Ankara’ya, Barış Mitingi’ne, 40 kişilik bir ekip
götürmüştü.
Onları getiren tren, 9.45’te gara yanaştı. En son o indi. Arkadaşları
onu garın önündeki taksi durağında bekliyorlardı. Kürt grupların
kortejinin arkasındaydılar. Kürtçe türküler söyleniyor, halaylar
çekiliyordu.
YPG’nin bayraklarını gördü.
Aklına diğer katliamlar geldi. Suruç katliamı, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı, keskin nişancılarla çocukların öldürülmesi.
Tedirgin oldu.
Arkadaşlarından hızlı bir biçimde
yolun karşısına geçmelerini istedi. Onlar, kalabalığın içinde toplu
fotoğraf çektirmek istediler. Müsaade etmedi. “Yolun karşısında,
pankartın altında çektireceğiz,” dedi.
Kimseyle konuşmadan hızlıca ekibi harekete geçirdi. Koşarak pankartı
açmak için eline aldı. Pankartı havaya kaldırmış açarken patlamalar
oldu. Üzerlerine insan parçaları yağdı.
“Pankartımız havada idi ve kan bulaşmıştı,” diye yazdı bana.
“Patlamaya 40 metre mesafedeydik. Yerde bir parmak gördüm. Aklını
yitirmiş bir kadın gördüm. Uzaklaştım, yardım edemezdim.
“Sanki rüyadaydım, hiçbir ses yoktu. Sadece hareketler vardı.
“Suruç’taki intihar saldırısının aynısı olduğunu anladım. Her
arkadaşıma tek tek ulaşıp hepsinin hayatta olduğundan ve hemen bölgeyi
terk etmeye başladıklarından emin olmaya çalıştım. Onları
uzaklaştırırken ben patlamanın olduğu yere dönmek zorundaydım. Çünkü,
orada, bizim ekipten de ölmüş veya yaralı bir biçimde birisi olabilirdi.
Dahası ablamı da bulmalıydım çünkü o saatlerde garın önünde onunla da
buluşacaktım.
“Bu şekilde tüm alanı bir kabusun içindeymişim gibi, zaman durmuş gibi, bir hayalet gibi dolaşmaya başladım.
“Hiçbir şeye dokunamıyordum.
“İnsanlar yardım istiyordu, ama ben arkadaşlarımı ve ablamı arıyordum.
“Ölenlerin yüzlerine, giysilerine bakıp bir tanıdık olup olmadığını
anlamaya çalışıyordum. Bir pankartın altındaki cesedin ablama veya bir
arkadaşıma ait olmadığını anladığımdaki rahatlamanın ne kadar utanç
verici olduğunu, polisler gaz bombasıyla yaralılara saldırdığında onları
öylece orada bırakıp kaçmanın korkaklık olduğunu düşünüp geri
dönüyordum ve tekrar alanı dolaşmaya devam ediyordum.
“Bizim ekipten ölen olmadı, ablam da kurtulmuştu. Bir yaralımız vardı.
“O an hissettiklerim daha sonraki günlerde karşıma bir kabus olarak çıkmaya başladı.”
Evine döndükten sonra rüyalarında C. A. kendini patlamaların suçlusu
imiş gibi görmeye başladı. İntihar bombacılarını fark ettiğini ancak
engel olmadığını görüyordu. Suça ortakmış gibi hissediyordu. Rüyasında,
tıpkı Kafka’nın Dönüşüm’ündeki gibi canavarlaşarak bir intihar
bombacısına dönüşüyordu. Çünkü Ankara’daki intihar bombacılarının böyle
bir dönüşüm geçirip mutant olduklarını düşünüyordu.
“Hissettiklerim bu dünya üzerinde hiç var olmamıştı bana göre,” diye yazdı bana.
“Kendimi anlatmak istediğimde anladım ki, aslında kendime bir şeyler anlatmaya çalışıyorum.
“Yaşım tamı tamına 44. İki kızım var.
“Rüya görmekten korkuyorum. Çünkü artık gördüğüm hep aynı rüya… Bir
canavara dönüşen ve adına insan denilen o yaratığın ben oluşu.
“Üzgünüm ama çok üzgünüm.
“Küçük kızlarım bana soruyorlar, ‘Baba neden bu kadar suratsızsın?’
“Belki bunları yazdıktan sonra, rahat bir uyku uyurum, kim bilir?”