Önüm güneş, arkam gölge.
Bungalovun balkonunda oturuyorum. Deniz dört-beş metre ilerimde.
Bir esinti gömleğimin kolunu kıpırdatıyor, pantolonumun paçasını uçuruyor.
Ege’de, başka bir denizin önündeyim.
Birkaç gün için bile olsa kaçmak, her şeyin yeni olduğu başka bir yerde olmak çok hoş.
“Bütün denizler kardeştir,” demişti dün gece, motelin yemekhanesinde kulak misafiri olduğum yaşlı denizci.
Eskiden bu sulardan çıkan balıkların adlarını saymıştı.
Buralarda Kasım'da katmerli nergislerin çıktığını anlatmıştı.
“Her yer nergis doluyor” demişti.
Sesi yaşından ve zayıf vücudundan umulmayacak kadar güçlüydü.
Çocukluğumun geçtiği ormanlarda da nergisler vardı. “Kasımda buraya
dönmeliyim” diye düşünmüştüm. Rüzgârlı tepelerde nergisleri çiğnememeye
özen göstererek yürüdüğümü hayal etmiştim. Belki bir nergis koparır
burnuma tutardım.
İhtiyar denizci motelin yemekhanesinde, kapının girişindeki masada
tek başına oturuyordu. Önünde, ne içki, ne bir tabak vardı. Acıktığı
için değil, başkalarıyla birlikte olmak, konuşmak için oradaydı galiba.
Saçları bembeyaz, karmakarışıktı. Gözlüklerinin camları büyüteç gibi
kalındı.
Siyah çakıllı sahil uzayıp gidiyor, kıvrılıyor, önünde küçük bir
liman olan küçük bir kasaba oluyor. Arkasında külah gibi bir tepe var.
Sabah güneş doğmadan uyanınca yattığım yerden bu manzarayı görüyorum.
Toz pembe ufuk, kendini az sonra doğacak güneşin ayaklarına sermiş bir
halı gibi. Güneş gözüme girmesin diye yorganı başıma çekeceğim, yeniden
uyuyacağım.
Uzakta bir konteyner gemisi görüyorum. Belki uzayda da böyle gemiler
var, yıldızların arasından geçen, başka bir gezegende, başka bir denizin
önünde, bir başkasının izlediği, “Uzaktan bir konteyner gemisi
geçiyor,” dediği, “Kaçmak, mekan değiştirmek ne güzel,” diye düşünen.
Lacivert, yeşil, beyaz bir balıkçı teknesi ayrılıyor limandan.
Güvertesinde tepe gibi ağlar.
Motorunun sesini duyuyorum, dalgaların
tepinmesinin üstünde, ekmeğin üzerine sürülmüş tereyağı gibi.
Kâh kitap okuyup kâh etrafa bakarken zaman geçiyor.
Konteyner gemisi kibrit kutusu oldu.
Güneş bulutun arkasında kalınca üşüyorum ama kalkıp içeriye girmeyeceğim.
Zaman dediğimiz şey yeninin eskimesi değil mi? Zaman yerinde duruyor, biz geçiyoruz.
Kalkmak, çakıllı sahilde martıların yürüdüğü yere ve daha ileri,
koyun bittiği yere kadar yürümek ile yeniden yatıp uyumak arasında
karasızım.
Yan taraftaki bungalovun balkonunda güneşlenen bir adam oturuyor.
İçeride, dağınık yatakta bir kadın Penguen dergisi okuyor. Tişörtünde
“Aşk Ölümlüdür” yazıyor. Kalkıyor, dergiyi yatağın üzerine bırakıyor,
dışarı çıkıyor, adamı boynundan öpüyor. Kadının ayak seslerini duymayan
adam onun orada olduğunu boynunda, kuru, yumuşak, sıcak bir çift dudağın
temasını hissedince anlıyor.
“Nasılsın?” diye soruyor.
“Ben harikayım,” diyor kadın. “Sen?”
Ben nasılım, diye düşünüyor adam.
Ben de harika mıyım?
“Gidip çakılların üzerine uzanalım mı?” diye soruyor.
Kalkıyorlar, denizin yontup karaya armağan ettiği çakılların üzerine uzanıyorlar.
Horozlar ötüyor tavuklar gıt gıt gıdaklıyor, kamışlar hışırdıyor,
kitaplar okunuyor, yumuşak seslerle sohbet ediliyor, yüzülüyor, el ele
sahilde yürünüyor, Türk kahveleri içiliyor, “en kötü günümüz böyle
olsun,” deniyor.
Bu saatlerde deniz dalgalı. Pek kimse girmiyor. Öğleye doğru su
durulmaya başlayacak. Bunu dalgaların sesinden anlayacağım önce. Kalkıp
suya dalacağım.