Ozanköy
Bunu az önce okudum:
1930'larda Arjantin’de yaşayan İspanyol bir keşiş varmış. Arıları çok
severmiş. Kovanların bakımını yaparken onlarla yumuşak bir sesle
konuşurmuş. “Öldüğümde, birisinin gidip arılarıma artık gelmeyeceğini
haber vermesi gerekecek,” dermiş.
Dünya, içinde yaşayan bütün canlılarla, bir bütündür ve bütün yaratıklar akrabadır. Keşiş bunu biliyordu.
O, ve onun gibi insanlar, doğanın insan kalıbındaki sinir uçlarıdır.
Ne yazık ki sayıları az var, galiba azalmaya devam ediyorlar.
Onlar yaprağı daha yeşil, gökyüzünü daha mavi, bulutu daha beyaz
görürler. Gözleri kuşlarla beraber uçar. Ağaçlarla dostturlar. Uzun
kurak yazın ardından ilk yağmur düştüğünde soyunup ellerini bulutlara
kaldırırlar ve, toprak gibi, suyu içerler. Ökse ile kuş tutanlardan
nefret ederler, ökselerini gizlice ağaçlardan toplayıp kırarlar. Tavşan
tuzaklarını bozarlar. Avcıları gözleri ile vururlar.
Doğanın, ona duyulan sevgiye de, edilen hakarete de, verilen zarara da kayıtsız olduğunu bildikleri halde.
Doğa ana ise onun da anası var; cansız atomları bir araya getirip canlı yapan, yoktan var eden güç.
İnsana ihtiyacı yok.
Beyrut’tan yanımda birkaç gün geçirmek üzere gelen Amerikalı bir
arkadaşımla Beşparmak dağında yürüyoruz. Onu adanın en sevdiğim
yerlerine götürdüm. Koylara, köylere, kıyılara, basit ama güzel yemek
veren lokantalara. O kadar sevdi ki “Acaba burada bir ev mi satın
alsam,” diye konuşmaya başladı.
Beşparmak’ta, ağaçların arasından Türkiye’nin sahillerine kadar
uzanan denizin göründüğü patikada yürüyorduk. Yüzünden, orada olmaktan
büyük bir haz aldığını görüyordum.
“Muhteşem bir yer burası,” dedi. “Çok güzel.”
Ben keklikleri düşünüyordum. Daha dört-beş yıl önce buralarda
yürüdüğümde ağaçların arasından, kimi zaman yakından, kimi zaman
uzaklardan, sık sık, keklik ötüşleri gelirdi. Bazen, arkasında sıra
halinde civcivleri, bir ana keklik geçerdi önümden. Artık ormanda
köylerden kaçan güvercinlerden başka kuş sesi duymuyorum. Bir de, binde
bir, yükseklerde döne döne uçan birkaç kartalın gırtlaktan gelen
gaklamalarını.
“Kuş sesi duyuyor musun?” diye sordum John’a.
Kulak verdi.
“Hayır."
“Duymuyorsun çünkü yok. Avcılar kuşları tükettiler. Bazen bahçelere
girip güvercin bile vuruyorlar. Kuş sesi duymayan yerde niye ev
alacaksın?”
Bir defa başladım mı duramıyorum.
Plandan, estetikten yoksun yerleşim yerler. Parksızlık ve
meydansızlık. Kirletilen ve yok edilen çevre. Köy iken bir şehrin
mahallesi haline gelen köyler.
Ve çöpler, çöpler, çöpler. Yol kenarlarında. Dere yataklarında.
Denizde. Kumsallarda. Boş arsalarda ve tarlalarda. Ağaçlara, çitlere
takılmış çöpler, havada uçan çöpler, arabalardan atılan çöpler.
Konuştukça sinirleniyorum.
“Sana benim evi satayım,” diyorum.
Gülüyor. “Hayır, hayır,” diyor.
Ormandan, çocukluğumdan aşina olduğum kokular alıyorum. Bu kokular
mevsimden mevsime değişir. Güneşin yaktığı günlerle yağmurun ıslattığı
günlerdeki rayiha farklı. Kokusundan ormanın hangi mevsimi yaşamakta
olduğu bilinebilir.
O kadar çok yürüdüm ki buralarda, birçok ağacı tanıyorum. Bir tanesi,
eski bir çam, bir ara yanından her geçtiğimde çıtırdıyordu. Bu sesi
neredeyse kırk yıl önce ölen orman bekçisi babamın çıkarttığına inanmak
istedim. Bazen yakınıma konan kelebeklerin, kuşların beni görmeye gelen
ölü sevdiklerim olduklarını düşünüyorum. Öyle olmasını istediğimden,
öyle olduğu için değil. Varlığın görünenlerden müteşekkil olmamasını
istediğim için.
Ormanı dolduran bitkilerin hayat
amaçları basit ve belli: Büyüyeceğim, çoğalacağım, hayatta kalacağım.
Aslında, bütün yaratıkların amacı değil mi bu? İnsan dışında?
“Boş ver satın almayı,” diyorum John’a. “Ne zaman istersen gelip bende kalırsın."
Toprak yollar da ölür. Kerpiç evler. Taş duvarlar. Zeytinlikler.
Patikalar. Yağmurdan sonra taşların arasında eski Roma’dan kalma çanak
kırıkları bulabileceğiniz tarlalar. Yedi bin sene önce insanların
gömüldüğü mağara mezarlar.
Bunlar için de yas tutulabilir.
Kaybolan sadece kuşlar değil.