31 Mart 2012 Cumartesi

Suya anlatılan kâbus

Ozanköy
Hava artık soğuk değil. Uyanınca kalkıp bahçeye bakan iki pencereyi de açtım. İçeri bahar kokuları girdi. Turunç hâlâ meyve yüklü ama yakında çiçek açacak. Tırmanan gül beyaz güllerini açmaya başladı.
Geri yatağa dönüyorum. Her sabah saatlerce orada konuşuyoruz. Bazen çay yapıp yatağa getiriyorum.
“Rüya gördün mü?” diye soruyorum.
“Kâbus gördüm,” diyor. Başımı çevirip ona bakıyorum. Yüzündeki ifade mutlu değil. Bana bakmıyor.
“Anlat.”
“Kâbus anlatılmaz. Musluğu açıp akan suya anlatırsın. Anneannemin dünyasında öyle idi.”
“Yapacak mısın?”
“Evet.”
Onu, musluğa eğilmiş, akan suya fısıldarken hayal ediyorum. Kâbus bahçedeki kuyuya akıyor. Oraya nüfuz etmiş ağaç kökleri tarafından, su ile birlikte emiliyor. Gövdeye yükseliyor. Dallara, yapraklara ulaşıyor. Ve, yapraklar nefes alıp verirken, havaya karışıyor ve dağılıp kayboluyor.
Erkeklerden çok şey bilen, onlardan daha güçlü olan, sırlara, değişik inançlara vakıf kadınlara has bir ritüel bu.
Belki çok eski. Mağara duvarlarına, meşale ışığında, yabani hayvan resimlerinin çizildiği, dünyanın dümdüz olduğu, sonuna geldiğinizde, dikkat etmezseniz, çığlıklar atarak yıldızlara kadar düşebileceğiniz çağlardan kalma.
O zamanlarda, belki, akarsulara anlatılırdı kâbuslar. Su alıp onları denizlere götürür, tuzlu suda eritirdi.
İlk sivrisineği, ilk kırlangıcı gördük. İncir ve nar dallarının ucunda yapraklar belirmeye başladı. Akasyalar ve erguvanlar çiçek açtı. Her yandan arı sesi geliyor.
Yağmurlar azaldı. Yakında ağaçları sulamaya başlamak gerekecek.

* * *
Öğleden sonra tek başıma bahçede otururken iki saksağan çıkageldi. Biri badem ağacına konup çağla yemeye, diğeri serviye oturup onu gözlemeye başladı. Gözlerken sık sık ve kısa kısa ötüyor. “Güvendesin, yemeğe devam edebilirsin,” anlamına geliyor bu ötüşler. Yiyen saksağan ara sıra ona cevap veriyor.
Her zaman çift dolaşan saksağanların çağla sevdiğini bilmiyordum. Sevmek bir tarafa çok seviyorlar, galiba, çünkü gözlemci saksağan gözlemeyi bırakıp diğer badem ağacına uçuyor ve çağla gagalamaya başlıyor. Oradan ötmeye devam ediyor ama eşi artık kendini güvende hissetmiyor. Susuyor. Yanına iki saksağan daha geliyor. Az sonra gözlemci saksağan da onlara katılıyor ve dördü birlikte uçup, biraz saksağan dedikodusu yapmak için, az ilerideki servinin rüzgârda sallanan yüksek dallarına konuyorlar. Bir süre oradan sesleri geliyor, sonra uçup gidiyorlar.
Akşama kadar bahçede oturuyorum. Güneş batınca kuşlar kayboluyor ve sesleri duyulmaz oluyor. En son kargalar kaçıyor. Dağa, pak az kimsenin uğradığı yerlere yaptıkları yuvalarına gidiyorlar. Oralarda bir yerlere saklanırsanız yatmadan önce grup halinde uçuştuklarını, oyun oynadıklarını görürsünüz.
İçeri girip ışıkları açıyorum ve ateşi yakıyorum.

24 Mart 2012 Cumartesi

Sabah onu çeyrek geçe

Ozanköy
Bu sabah saat onu çeyrek geçe uyandım. Saat yedide de uyanmıştım. Birkaç dakika daha uyuyayım derken üç saatten fazla uyudum.
 
Bazen böyle oluyor. Uyku konusunda vücuda suya götürülen eşek muamelesi yapmalı. Nasıl, susamış eşek, doya doya içmesi için serbest bırakılırsa, bırakmalı, vücut da uykudan ihtiyacı kadar içsin.
 
Portatif sandalyeyi badem ağacının altındaki lale çokumunun yanına kurdum ve kahvaltımı orada, açmış ve açmaya hazırlanan laleleri seyrederek yaptım. On Kıbrıs lalesinin hepsi açtı. Bir tanesi -ilk açan oydu- hepsinden yüksek. Diğerlerine yukarıdan bakıyor. İki yaprağın arasından yükselen inanılmaz narin bir sapın üstünde, rüzgarda hafif hafif sallanan şarap kırmızısı bir çiçek. Bazen, böyle zamanlarda, diğer canlılardan beni ayıran şey, kaybolacak sanırım. Ben o lale olabilirim, o lale ben. Bu duyguyu kaybetmemek istiyorum ama dev bir gaz kamyonu geçiyor ve eski halime avdet ediyorum. Ben benim, lale laledir ve ikimiz hiçbir zaman tek olmayacağız.
 
Oysa bir süre o lale olsam, dünyayı bir lale olarak algılasam ne kadar harika olur. Elbisesiz ama çıplak değil. Bir yarım toprakta, bir yarım havada, hücre hücre büyüyerek, güneş ışınlarına ve suya hassas.
 
Laleler hafifçe doğuya meyilli. Daha çok ışık almak için ağacın gölgesinden uzaklaşmaya çalışıyorlar.
 
Sonra kalkıp, haftanın birçok gününde yaptığım gibi, Kratos Oteli’nde yüzmeye gittim. Bikinili bir genç kadın, suratı asık, havuzun kenarına dayadığı açık kollarından destek alarak suda sekip duruyordu. Diğer uçta şişman bir adam ve üç dört yaşındaki kızı vardı suda. Anne, giyinik, havuz yataklarının birinin ucuna ilişmiş habire fotoğraf çekiyordu. Adam biraz önce beni durdurup Arap aksanıyla konuştuğu İngilizcesiyle jakuzinin nerede olduğunu sormuştu.
Bu lale bu kırmızıyı nereden buluyor, çiçek renklerinden hiçbirine sahip olmayan toprağın, havanın neresinden, hangi sihirbazlıkla bu boyaları çıkartıyor? Sadece kırmızı değil. Petallar açılınca göbeğinde sarı kırmızı bir desenin oturduğu görülüyor.
 
Bu konuda yazılmış bir kitabı karıştırınca çiçeklerin renk yapmak için olağanüstü karmaşık bir kimyasal süreç kullandığını öğreniyorum.
 
“Bütün bitkilere rengini veren pigmentler; molekülleri karbon, hidrojen ve oksijen elementleri içeren bileşiklerdir. Azot ve kükürt atomlarının da katkısı var,” diyor kitap. İyonlardan, atomlardan, elektron kabuklarından, metabolik yollardan bahsediyor.
 
Bu açıklamalar beni tatmin etmiyor. Bu güzelliğin salt bazı karmaşık kimyevi oynaşmaların sonucu olabileceğine kendimi ikna edemiyorum. Dünyanın, lalelerin de bir parçası olduğu bu yürek titretici güzelliklerinin muhakkak başka bir boyutu var.
 
Geceleyin ateşin önünde otururken arkadaşım Bach’ın çello süitlerini dinlemek istiyor. Diskçalara altı numaralı süiti koyuyorum. Yazılmış en harika müzik parçalarından biri olan Prelüd duyuluyor.
 
“Ne aklına getiriyor?” diye soruyorum. “Bach, çıplak, kollarını açmış, çimenlerde koşuyor,” diyor.
 
Bu müzikte de notalarla ve melodiyle açıklanamayacak, zamanın altında ve üstünde, nereden geldiği meçhul, doyulması, anlaşılması mümkün olmayan bir güzellik var. Hayatım boyunca yazdığım bütün yazılar bu müziğin bir tek notası etmez, diye düşünüyorum.

17 Mart 2012 Cumartesi

Goncolozlara lokma ve gollifa

Ozanköy
Çocukluğumda her yıl lokma günü vardı. O gün anneler lokma yapardı. Birkaç çeşit lokma vardı. Şerbete batırılmış şekerli lokma ve şekersiz lokma ve içine tavşan eti konup yağda kızartılan ve adına lalangı denen lokma. Lalangı avlanmış ova tavşanının etinden pişirildiği için her evde yapılmazdı.
Son gerçek Kıbrıslılardan olan komşum Gonca’ya sorunca lokma gününün üç ayların ilk cuması olduğunu öğrendim. Son ayı ramazan olan üç aya, üç aylar denir. Üç aylar bu sene 22 Mayıs’ta başlayacağına göre lokma günü 25 Mayıs olacak.
Rumların da lokma günü var. Onlarınki 6 Ocak’ta, İsa’nın Ürdün Nehri’nde vaftiz edildiği günün yıldönümünde.
Lokma devrinde adada goncolozlar da vardı. Hala var mı, bilmiyorum. Goncoloz kötü ruhlu bir hortlaktır. Baştan aşağı siyah giyer. Uzun kanatları var. Karanlık bastıktan sonra damlarda bekler. Özellikle koyu kış gecelerinde gelir, bir fırsat kollayıp eve sızar, çocukların ruhuna girer. Bu çocuklar kötü insan olur.
Anneler çocuklarını “Goncoloz gelecek,” diye korkuturdu.
Annemi kızdırdığımda, ki bu sık sık olurdu, “adi” veya “melun” demediği zamanlar bana “Karagoncoloz” derdi.
Lokma yapıldığında, bazı evlerde damlara goncoloz için bir tabak lokma konur veya lokma atılırdı. Gönlü alınsın ve o eve girmesin diye.
Goncolozdan dehşetli korkardım. Arkadaşım Bekir Azgın benden betermiş. Çocukluğunu geçirdiği Bodamya köyünde, kışın, goncoloz korkusundan haftalarca gece sokağa çıkamazlarmış.
“Bizim köyde dama lokma falan konmaz,” dedi Gonca. “Bunu Müslümanlar yapmaz. Rumlar yapar.”
Bekir Azgın ise Rumların goncoloza rüşvet olarak lokma değil gollifa verdiklerini söylüyor. Gollifa Rumların da Türklerin de özel günlerde yaptığı bir türlü tatlıdır. Buğday yumuşayıncaya kadar kaynatıldıktan sonra içine nar tanesi, kaynatılarak kabuklarından ayrılmış badem içi, kuru üzüm ve susam konur ve soğuk yenir.

Bunları, geçenlerde, Afrika’nın Tsavo bölgesinde yaşayan aslanlarla ilgili bir kitap okurken hatırladım. Tsavo’da dönümlerce lav kaplı bir bölge var. Üzerinde hiç bitki olmayan bu bölgenin adı Şeytan Lav Yatakları’dır. İki yüz yıl kadar önce burada dev bir yanardağ patlaması olmuş, birçok köy insanları ile birlikte lavlar altında kalmış. O yakınlarda yaşayan yerliler bazen geceleyin lavların altında hapsolan insanların yakaran çığlıklarını duyarlarmış. Kitabın yazdığına göre, bu huzursuz ruhların insan avına çıkmaması için yerliler bazı geceler gizlice Lav yataklarına gidip yemek bırakırlarmış.
Aralarında binlerce kilometre bulunan, birbirine hiç benzemeyen iki yerdeki adetlerin benzerliği ilgimi çekti. Ve bir daha anladım ki sınır denilen şey sadece insanların beynindedir.
Adanın Türk tarafında lokma ve gollifa geleneği yok olmak üzere. Bunun goncoloz nüfusu üzerindeki etkisi ne, bilmiyorum.

10 Mart 2012 Cumartesi

Açıl lale açıl

Ozanköy
Badem ağacının altındaki çokumda Türkmen ve Kıbrıs laleleri var. Türkmen lalelerini yıllarca önce İstanbul’da Bauhaus’tan almıştım. Genellikle buradan alınan soğanlar ilk seneden sonra açmaz. Her saptan beş çiçek veren Türkmen laleleri yıllardır açıyor ve her ilkbaharda içimi açıyor. Yanlarında tohumdan yetiştirip ektiğim beş altı Kıbrıs lalesi var. Biri açtı açacak. Sapının ucundaki damla şeklindeki çiçek yeşilden kırmızıya dönüyor. Açtığında göbeğinde sarı bir yıldız görünecek.

Her sabah bahçeye çıktığımda ilk işim bu laleyi kontrol etmek oluyor. Gün boyu etrafında dolanıp duruyorum. “Tepemize dikilip durma da açılacaksak açılalım, be kardeşim,” derse şaşmayacağım.

Lale ve nergis en çok sevdiğim iki çiçek. Küçükken tanıştığım ilk çiçekler olukları için olmalı. Galiba en sıkı bağlı olduğumuz şeyler -tatlar, kokular, renkler, ağaçlar, çiçekler ve başka bir çok şey- çocukluğumuzda tanıştıklarımız.

Lale ve nergis çocukluğumda kırlarda çıkardı. “Sizi almaya geldim. Medoş’a lale toplamaya gideceğiz,” demişti Uysal amca hafta sonu gelip. Gri, kutu gibi arabasına binip Mesarya ovasına dalmıştık. Koyu yeşil otların ve sarı papatyaların arasında çıkan şarap renkli laleleri ilk defa o gün gördüm. Şimdi, doğada görmek için gizlendikleri son yerleri bilmek lazım.

İlkbahar yaklaştıkça bahçenin taşıdığı renk, koku ve ses yükü artıyor. Sabahın erken saatlerinde, kargalardan önce, sadece bu aylarda duyulan kuşların ötüşü var.
Ötüşten çok ötüşle yapılan bir sohbet veya arkadaşımın tarifi ile “dırdır” gibi.

Karanlık olunca da bahçeden kurbağa sesleri gelmeye başlıyor. Gündüzün nerede gizleniyorlar da bir tanesini bile görmüyorum? Yağmurlar dinip korkunç sıcakların kuru hükümeti geri dönünce, ıslak seven bu küçük yaratıklar ne yapacak?

Birçok yere plansız serpiştirilmiş beyaz zambaklar, turuncu krokozmiyalar, pembe, beyaz siklamenler, sarı, turuncu nergisler ve değişik kır çiçekleri açılma yarışı içinde. Frezyalar, arpa çiçekleri açtı açacak. Dün portakalları budarken tomurcuklar gördüm. Minik, beyaz, sert topçuklar.

Evdeki bütün vazoları bahçedeki çiçeklerle doldurabilirim ama bir tekini bile kesmeye kıyamadığım için hafta sonları alış veriş yaptığım süpermarketteki çiçekçiden çiçek satın alıyorum.

Hiçbir yapay renkte doğadaki renklerin gözlere verdiği lezzet yoktur. Yapay renklerle boyanmış şeyler serttir, tekdüzedir, cansızdır, çirkindir ve hareketsizdir. İnsana güzelliğin rahatlığını vermez. Plastikte bir çiçeğin yumuşak, değişken, amaçlı güzelliğini bulamazsınız. Bu nedenledir ki ruh yapaydan kaçar, doğayı özler, açlığını onun renklerinin ziyafetinde gidermek ister.

Şimdi gece. Daha uykum bile gelmedi. Ama, gün doğunca, nehirden akan sıvı altın gibi odaya dolacak olan güneşi görmek ve uyanan doğanın kokularını içime çekmek için sabırsızlanıyorum.

7 Mart 2012 Çarşamba

Erkek aslan olmak kolay değil

Erkek aslanın neden yelesi var? Bilinmiyor. Bir teoriye göre yele savaşırken aslanın boynunu korur, ölümcül yara almasını önler.
Bir başka teoriye göre aslanın içinde yaşadığı sürüye hâkim olmasına yardımcı olur. Sağlık ve güç göstergesi olarak dişileri çeker, erkekleri caydırır. Kural olarak, diyor konunun uzmanları, yele ne kadar gür ve koyu ise aslan o kadar sağlıklı ve dişiler için o kadar çekicidir.
Aslanlar gruplar halinde yaşar. Tipik bir toplulukta 20 dişi, yavrular ve bir iki erkek bulunur. Erkeklerden biri ailenin reisidir ve bu ona gruptaki dişilerle çiftleşme tekeli verir.
Erkek aslan günde kırk defaya kadar sevişebilir. Ama, bu imtiyazını korumak için, yerini alıp dişilerle çiftleşmek isteyen genç aslanlarla savaşıp onları yenmek zorundadır. Bu gibi kavgalarda, genellikle, her iki aslan da yaralanır. Bazen biri veya her ikisi de ölür.

Eğer genç aslan yaşlıyı yenerse ilk yaptığı iş devrik kraldan olan bütün küçük yavruları öldürmektir. Bu bakımdan Fatih’ten sonraki Osmanlı sultanlarına benzer.
Yavrularını öldürmesi süt veren dişi aslanların birkaç gün içinde kızışmasına ve çiftleşmeye hazır olmasına neden olur.
Bu şekilde, doğa, sürüdeki en güçlü erkeğin genlerinin bir sonraki kuşağa geçmesini sağlar.
Erkek aslan reisliği ele geçirdikten sonra avlanmaktan vazgeçer. Bu işi onun için haremi yapar.
Yenilen aslan ise sürüyü terk eder ve hayatının geriye kalan bölümünü yalnız bir göçebe gibi geçirir.
Aslanlar doğada on dört yıl civarında yaşar. Ama on yaşından büyük erkek aslan bulmak zordur. Gençlerle sürekli kavga ve yalnızlık sonlarını erken getirir.
Sağlık ve testosteron düzeyinin göstergesi olarak yele hem reklam hem de caydırıcılık işlevi görür. Genç aslanlara reisin yaptığı kavgalardan yenik çıkmadığını ilan eder. Çünkü kavgada yenilen aslanın yelesi dökülür.
Bunu geçenlerde bir kitapta(*) okuduktan sonra aklım insan psikolojisine gitti.

Aslanda yele düşmesi olarak beliren yenilgi, acaba insanda ruhsal rahatsızlık olarak mı kendini dışarıya vurur?
Yenilgi, zorlukla başa çıkamamak, işsizlik, statü kaybı, taciz veya tecavüz gibi olaylarla karşılaşmak genellikle insan psikolojisini olumsuz etkiler.
Bu ve benzer olumsuz ruh hallerinin nedenlerini genetik faktörlerde, beyindeki kimyevi dengesizliklerde aramak yerine çevrede, toplumda, ailede mi aramak gerek?
Tecrübe, eğitim, sosyal etkileşme beyni etkiler ve istikrarlı ve kalıcı değişiklikler meydana getirir. Sosyal çevre ruhsal bozuklukların gelişmesinde önemli bir faktördür. Bunun çözülmesi için sosyal bilimler öne çıkarılmalıdır. Aksi takdirde, psikiyatrik bozukluklar, aslanın neden yeleye sahip olduğu gibi muamma olarak kalmaya devam edecek.

*Ghosts of Tsavo (Tsavo ’nun Hayaletleri)/Philip Caputo.

3 Mart 2012 Cumartesi

İkinci mektup

Bugün güneş açtı ve hava ısınır gibi oldu. Sabahleyin yataktan kalkmamalı, daha çok uyumalıydım, sonra piknik battaniyesini bademin altına serip tembellik etmeliydim. Ama verilmiş sözlerim vardı. Vaktimin çoğunu direksiyonda geçirdim. Çarçabuk karanlık oldu. Gün nereye gitti?
Direksiyonda, ölmüş bir arkadaşım aklıma geldi. Kolay gülen, saygısız, üç kâğıtçı, hiç büyümemiş, zararsız, sevimli birisi idi. Yüzü gözümün önüne geldi. Kısa bir an sesini duydum ve kahkahasını.
Her insanın sesi de gülüşü de kendine hastır, parmak izi gibi eşsizdir, milyonlarca başka ses arasından ayırabilirsin.
“Ne garip. Öldü ama bir zamanlar çıkarmış olduğu sesler, aklımın bir kenarında duruyor,” diye düşündüm. Kış gelince kaldırılmış yazlık giysi gibi.
Eve döndükten sonra bahçede dolandım. Çiçek açmış badem dalını çekip kokladım. Laleleri kontrol ettim. İçlerinden biri birkaç gün sonra açacak.
Sonunda çok uykum geldi, gözlerimi açamaz oldum, yukarı çıkıp bir saatten fazla uyudum, eksik kalan uykumu tamamlandım. Sonra çay yaptım ve tepsiyi bahçeye taşıdım. Sadece dağların tepelerinde güneş kalmıştı. Kısa zamanda oradan da kayboldu. Hava soğudu. İçeri odun taşıdım ve ateşi yaktım.
Peynir ekmek yedim. Birkaç gün önce Oscar alan İran filmini izledim. A Separation. Bir Ayrılık. Yürek parçalayıcı, korkunç ve harika bir film. Film Türkçe, insanlar Türk olabilirdi. Ne kadar bize benziyor bu neredeyse hiç gidip gelmediğimiz komşular.
En az tanıdığımız komşu ülkelerin insanları. Türkün Türkten başka dostu yoktur ve bütün komşuları düşmandır aptallıklarının sonucu.
Şimdi kömür gibi yanan zeytin odununun ısıttığı salonda, ayaklarımı ateşe uzatmış, tekrar tekrar, Kronos Quartet’in çaldığı White Man Sleeps’i dinliyorum, ısınan ahşap tavanının ara sıra çıtırdayarak bozduğu derin bir sessizliğin içinde.
Yürürken ayaklarım ses çıkarmıyor, alıp verirken nefesim duyulmuyor. Kendi kendime soruyorum: Burada ne yapıyorsun?
İnsanın ruhunda, sürekli içine girip çıktığı, saklı bir yer var. Ne kadar yakını olursa olsun başkaları buraya giremez, hatta varlığından bile haberdar değildir. İnsan orada başka bir insandır. O insan, dışarıdan görünmeyen, değişik biridir. Onun anlatamadığı anıları, dillendirmediği düşünceleri ve duyguları, gizli yalanları ve gerçekleri, mezara gidecek sırları vardır.
İnsan yalnızken bu saklı köşede oturur ve burada bazen kendine bile başkadır. Ölümden korkmamak insanı özgürleştirir. Bunu hiç düşünmüş müydün?
Bunu sana yarın söyleyeceğim ve cevabınla beni gene şaşırtacaksın. “Ölümü bir tarafa bırak,” diyeceksin. “Korkmamak insanı özgürleştirir.”

1 Mart 2012 Perşembe

Zeki erkek seksi mi?

Mrs Moneypenny Financial Times’ın cumartesi köşe yazarlarındandır. Dünyanın en kaliteli gazetelerinden olan FT cumartesi günleri biraz hafifler ve dergi havasına bürünür. Haber bölümleri azalır magazin bölümleri çoğalır.
Hafta sonları, okurların haber yerine “boş zaman” konularına daha çok ilgi duyacakları varsayımı üzerine kurulu bir konsepttir bu ve çok başarılıdır. FT en çok cumartesi günleri satar. (Bizim gazeteler bu gerçeğe hiç uyanacak mı?)
Mrs Moneypenny esprili bir iş kadınıdır. Yazılarında daha çok kendinden, ailesinden, kız arkadaşlarından, çağrıldığı veya çağrılmadığı davetlerden, av partilerinden bahseder. Ne çocuklarının ne de kız arkadaşlarının ismini yazmaz ama. Çocukları, büyükten küçüğe doğru sıralanmış olarak Maliyet Merkezi Bir, İki ve Üç’tür.
Eskiden model olan kız arkadaşı (My Former Model Girfriend) Eskiden Model Olan Kız Arkadaşım’dır.
Geçen haftaki yazısında Bayan Moneypenny okuyucularını yeni bir kız arkadaşı ile tanıştırdı: My Sexy Intellectual Girlfriend veya Seksi Entelektüel Kız Arkadaşım (SEKA).
SEKA çekici, zarif, zeki, başarılı bir kadındır, 48 yaşındadır ve (her ne anlama geliyorsa) “şaşırtacak derecede iyi formdadır.”
SEKA, beklenmedik bir şekilde kendini “İkincil Pazar’da” bulmuştur ve yeni bir sevgili aramaktadır. İkincil Pazar, tahmin ediyorum, boşandık veya terk edildikten sonra erkek ve kadınların kendilerini tezgâhında buldukları pazardır.
Ender haller dışında kimse bu pazarda kalmak istemez, Başka Birisiyle Olunan Pazar’a terfi etmek ister. SEKA da bunlardan biridir ve birlikte olacak uygun birini bulmak amacıyla, “hiçbir masraftan kaçınmadan” internet dahil bütün yolları denemektedir.
Bu arada, iki dergiye ilan verir.
Bunlar Prospect ve London Review of Books’tur. Üst düzey kültür ve bilgiye sahip veya sahipmiş gibi görünmek isteyen kişilerin satın aldığı bu dergilerin ilki siyasi fikir, ikincisi kitap eleştirisi dergisidir.
“Harika seçim, her ikisi de, ama özellikle birincisi,” diye yazdı Mrs Moneypenny. “Prospect, bence, onu okuyan kişi hakkında birçok şey anlatan bir dergidir. Ne zaman o dergiyi okuyan bir adam görsem benim için çekiciliği iki misli artar... (Çünkü) Zeki yani seksidir.”
Bir hayıflanmam iki de sorum var:
Hayıflanmam bizde ne Prospect ne London Review of Books gibi dergiler olmamasınadır. İkincil Pazar’daki çekici, zarif, zeki, başarılı, 48 yaşında ve şaşırtacak derecede iyi formda olan Türk kadınları nereye ilan verecek?
Ve, ne diyorsunuz bayanlar, zeki erkek seksi mi?

2020 - 2023


ZAMANSIZ YAZILAR