14 Aralık 2008 Pazar

Asil martı

Otel odasında koltuğa yatar gibi oturmuş, yüzünü pencereye çevirmiş, dışarıyı seyrediyordu. Yatakta, uzandığım yerden burnunun ve dudaklarının ucunu görüyordum. Arkasında, çamlarla kaplı tepenin yeşilliğinin içinde ve üzerinde, yosunlarda yüzen balıkları andıran bembeyaz martılar çığlık çığlığa uçuşuyordu. Sonra, kargaların sesini duydum. Buna, aşağılardan, dalgaların karaya vuruşunun sesi eklendi, orkestrada müziğe son giren bir enstrüman gibi.

Aynı anda var olmalarına rağmen, bu üç sesi bu sırayla duymuştum. Neden böyle olmuştu? Acaba kulaklarımızda duyduklarımızı sıraya sokan bir tertibat mı var? Ve eğer varsa sırayı ne, hatta kim tayin ediyor?

Nefes alıp verdikçe göğsü inip kalkıyordu.

Ona yumuşak bir şey söylemek geçti içimden ama kelimeler dudaklarıma kadar gelip konuşulmamış kaldı. Konuşsam sukunetini bozacak, oturuşunu değiştirmesine neden olacaktım. Uzayan o an dağılıp kaybolacaktı.

Ertesi gün ben adaya gidecektim, o İstanbul’da kalacaktı.

“Ozanköy’de bensiz yaşayabilecek misin?” diye sormuştu.

“Yanlış soru. ‘Bensiz yaşayabilecek misin?’ diye sormalıydın.”

Pencereyi açmış olmamıza rağmen oda sıcaktı. Resepsiyondaki kadın, “Oldukça doluyuz” demişti ama tarihi ahşap binadan dönüştürülmüş otel bomboş gibi sessizdi. Belki bütün müşteriler bizim gibi sessiz yapılan şeylerle meşguldüler.

Resepsiyondaki kadın, memelerinin arasındaki vadiyi gösteren kolsuz bir süveter giyiyordu. Siyah süveter siyaha boyalı saçlarının rengindeydi. İkisini de aynı boyayla boyamıştı sanki. Siyah, ona, otel gibi eski bir zamandan kalmış, dönüştürülmüş bir hal vermişti.

“Bu martıların sesine bayılıyorum” dedi başını çevirmeden onları seyretmeye devam ederek.

“Bir martı olup böyle sesler çıkartmak ister miydin?”

“Evet, ama ben çöplüğe tenezzül etmezdim.”

“Ne yerdin?”

“Balık yerdim. Ben asil bir martı olurdum.”

Daha sonra, zaman zaman çiseleyen yağmurda, ağaçların arasındaki yoldan kasabaya yürürken bakımsız bahçelerden birini çevreleyen çitin paslı demirlerinde “I love Yusuf” yazılı olduğunu gördüm.

Yürürken konuşmak, yürümek kadar hoştu. Yağmur ağaçları sadece doyurmamış uykudan uyandırmış, yıkamıştı. Ormanda yağmurun insanlardan çok bitkiler için olduğunu iyice anlıyordunuz.

İki yaşlı adam konuşa konuşa bizi geçip koya bakan banklardan birine oturdu. Biz de ondan sonraki banka oturduk. Koyda, arkasında bir sandal çalkalanan demirlemiş bir kotra vardı. Üzerinde kimse yoktu.

Sağımızda, ölenleri de kalanları da çoktan unutulmuş eski sanatoryum, verem öksürüklerinden arınmış, sessiz ve boş, bizim gibi geçen tankeri seyrediyordu.

“Sence, neden hep aşk ilanları yazılır duvarlara da nefret ilanları yazılmaz?”

“Sevgi, coşkuyla dışarı vurulur. Nefret ise içeri atılır ve öfkeyle büyütülür” dedi.

“Sen asil bir martı değilsin sadece. Ayrıca feylezof bir martısın.”

Lokantada garson bizi tanıdı ve ısmarladığımız mezelerden sadece taze olanları masamıza getirdi. Herkesin ezbere bildiği meyhane şarkıları çalıyordu. Gidip gelen vapurları görmeden ve duymadan rakı içip sohbet ettik. Karanlık oldu. Almaya paramız olmadığı halde, camlarına satılık ilanları asılmış ahşap evlerin önünde düşler kurarak otele geri döndük.

13 Aralık 2008 Cumartesi

Sabah uyanmak bir mucizedir

Tatil yazıları - 3

İnsan en çok tek başına olduğu zaman hürdür. Öyle diyorlar. Yeni uyandım. Yalnızım.

Zamanımın efendisiyim. İstediğim kadar yatakta kalıp uyanmanın esrarını düşünebilirim.


Yorganın altında gece boyu biriken ısıda sıcağım. Kollarımı dışarı çıkarıyorum, soğuk. Oda ısıtılmamış, başka bir iklimin hükmü altında. Ama kalorifersiz Akdeniz evlerine alışkınım. Isı farkı beni rahatsız etmez. Hoşuma gider, hatta.

Gözlüklerimi takıyorum. Başımın altındaki yastığın üzerine bir yastık daha koyuyorum.

Her sabah uyanmak bir mucizedir, düşünecek olursanız. Uyanıyorum ve dünyamı bıraktığım gibi buluyorum. Hayat, sadık bir köpek gibi, yerdeki yıldızlı halının üzerine uzanıp uyanmamı beklemiş sanki, kaldığımız yerden birlikte devam etmemiz için.

Ben uyanmazsam dünya devam edecek mi, etmeyecek mi? Benim uyanmadığım dünya var mı, yok mu?

Yataktan istediğim zaman çıkabilirim. Duş alıp kahvaltı yapabilirim. Kahvaltı yapıp duş alabilirim. Duş ve kahvaltından önce kitap okuyabilirim. Hiçbirini yapmayıp, tembel tembel Sally’nin duvardaki tablosunu seyredip düşünmeye devam edebilirim.

Onu görmeyeli kaç yıl oldu? Adayı terk etmeden satmıştı bana bu resmini.

Birlikte yatağa girebileceğiniz en iyi ikinci şey iyi bir kitaptır.

Kararımı verdim. Kitap okuyacağım. Penelope Fitzgerald’ın The Beginning of Spring adlı kitabını okuyorum. Bitmesine az kaldı. Sakin, sarışın, kavrayışsız, çekici, yumuşak başlı, İngilizce bilmeyen Rus mürebbiye Lisa, ona karşı istekle içi titreyen Frank’ı Moskova’da bırakıp, çocuklarıyla, verandasından birkaç metre ötede ormanın başladığı kır evine gidiyor. Huş ağaçları ve mantarlar. Kestane ve titrek kavak. Büyük ve küçük kuşlar. Geceleyin ağaçların arasından uzanan eller.

Bitirinceye kadar yataktan çıkmayacağım. Bu kitap bana o kadar çok zevk veriyor ki hiç sona ermesin istiyorum, aslında.

İyi bir kitaptan iyi ne var?

Çay yapıp yatağa getirsem ve içerek kitabı okusam daha mı keyifli olur? Hatta tepside kahvaltı bile getirebilirim.

Hayır. Önce kitabı bitireceğim.

İnsan en çok tek başına olduğu zaman hürdür, ama en mutlu?

Yalnızlıkla başkalarıyla beraber olmanın dengesini tutturduğu zaman, belki.

İnsanın en az farkına vardığı ihtiyaçlarından biri tek başınalıktır. Tek başına olmak yalnız olmak değildir. Tek başına olmak bir seçenektir. Yalnızlık ise çoğu zaman sizi seçer.

İnsan tek başına mı olur yoksa dışarıdaki kalabalıktan içerideki kalabalığa mı döner, o başka bir konu.

Pencereden güneş giriyor. Oysa ben yağmur sesi duymak istiyorum.

Yağmursuzluğun ikinci yılına girdik. Belki de Afrika çölü kuzeye göç ediyor ve ilk durağı burası. Dün bahçede yürürken kurumuş veya kurumaya yüz tutmuş yeni servi ağaçları gördüm. “Av yasaklanmış”, diyor Abdullah. “Bahçede eskisinden daha çok kuş var”, diyor. Yem için geliyorlarmış. Kuşlara atmak için buğday satın alacağım. Öğleden sonra.

Yapacak o kadar az şeyim var ki, hangisini önce yapmasam diye düşünürken gece oluyor.

12 Aralık 2008 Cuma

Konuşan ağaçlar ve mavi ışık

Tatil yazıları - 2

Yaz sonuna doğru, yalnız yaşadığı evinin geniş arazisinde bir arkadaşıyla beraber geziniyordu.

Yan yana duran üç sığla ağacının önünde durdu ve “Bu üç ağaç diğerlerinden erken yapraklarını dökecek” dedi.

“Nereden biliyorsun” diye sordu arkadaşı.

“Bana söylediler” dedi, “Benimle konuşuyorlar.”

“Sen kafayı yemişsin” dedi arkadaşı.

Bu olaydan sonra bir gece bahçeye gökten mavi bir ışığın indiğini gördü. Minare büyüklüğündeki ışık fırıl fırıl dönüyordu. Şaşkınlık ve huşu içinde ve biraz da korkuyla ışığı seyretti.

Bahçesine mavi bir ışık indiğini, üç ağacın yapraklarının diğerlerinden önce döküleceğini, söylediği arkadaşına anlattı.

“Sen iyice kafayı yemişsin” dedi arkadaşı.

Bir din adamına gitti. Bahçeye inen mavi ışığı anlattı, ne anlama geldiğini sordu. “Sana bir mesaj yollandı” dedi, din büyüğü. “Ama sen ne olduğunu anlamadın. İyi ki anlamadın.”

Gerçekten kafayı yemiş miydi?

Ünlü bir psikoloğa gitti. Başına gelenleri anlattı ve aklını kaçırmış olma ihtimali olup olmadığını sordu: “Aklımı kaçırıp kaçırmadığımı kaç seansta öğrenebilirsiniz?”

“On seansta” diye cevap verdi doktor.

Ama beşinci seanstan sonra, “Sizin bir şeyiniz yok. Akli melekeleriniz tamamen yerinde” dedi. Doktor, “Ağaçlar sizinle konuşmuşsa konuşmuştur. Mavi ışık gördüyseniz de görmüşsünüzdür” dedi.

Camdan, yapraklarını diğerlerinden erken dökmüş, konuşan üç sığla ve mavi ışığın indiği yer görünüyordu.

Yanan ateşin karşısındaki L şeklindeki koltukta oturuyorduk.

İnsanların ilk ateş yakıldığından beri seyretmekten en çok zevk aldıkları şeylerden biri olan alevleri seyrederek ve ilk duyduklarından beri duymaya bayıldıkları çıtırtıları dinleyerek ısınıyorduk.

Çıtırtıların, konuşan ağaçların veda sözleri, tohumdan kesilinceye kadar durdukları yerde biriktirdikleri akıl mesajları olabileceğini hiç düşünmüş müydü?

Dumanı derin derin içine çekip füüü diye üfleyerek, pipo içiyordu.

“Şimdi ben ne yapacağım?” diye sordu.

“Bir şey yapmana gerek yok” dedi, “Konuşmaya devam ettikleri sürece ağaçları dinlemeye devam et. Eğer yeniden mavi ışık inerse, keyfini çıkart.”

Ama bir şey eksikti. Veya bir sorun vardı.

Delirmiş olsaydı, deneyimlediklerini hakiki bir etki olmadan duyu organlarının tembih almış gibi çalışmasına verebilecekti-keçileri kaçırmış birinin bu şekilde mantıklı düşünebileceğini farz edebilirsek.

Ama delirmediğine göre, duyduklarını duymuş ve gördüklerini görmüş olmalıydı. Mazereti yoktu. Yaşadığı veya yaşadığını sandığı ve daha önce hiç kimsenin yaşamadığı bir hadiseyle tek başına idi.

Bu ise delirmekten daha zor bir şeydi.

11 Aralık 2008 Perşembe

Kırkından sonra azmayanı teneşir paklar

Tatil yazıları - 1

Artık benden geçti, diyenlerdenseniz Penelope Fitzgerald’ın öyküsünü dinlemeye ihtiyacınız var.

Fitzgerald geçen yüzyılın en önemli İngiliz romancılarından biriydi. 2000 yılında, ardında çok övülmüş ve ödül kazanmış dokuz roman bırakarak 84 yaşında öldü.

Onu sadece birkaç ay önce keşfettim. “Maalesef” diyecektim ama bir bakıma Fitzgerald’la geç buluşmam, romansız kaldığım bir döneme rastlamış olduğu için iyi oldu. Ömrünü okuyarak geçiren bütün insanlar, parasız kalan emekliler gibi, bir gün gelir romansız kalır.

Bir ay kadar önce, bir yerlerde, Fitzgerald’ın Offshore adlı romanı hakkında bir yazı okudum.

İlgimi çekti. Ismarladım ve büyük haz alarak okudum. İnsanın bitirmek istemediği bir şekerlemeyi ağzında yavaş yavaş evirip çevirerek emdiği gibi cümlelerini ağır ağır, tekrar tekrar okuyarak kitabı bitirdim.

Nasıl olmuş da bu kadar yıl Fitzgerald’dan haberim olmamıştı?

Şimdi üçüncü romanını okuyorum. Bu yazdığı son kitap olan ve birçok eleştirmenin şaheseri olduğunu söylediği The Blue Flower’dır. Türkçesi Mavi Çiçek adıyla yayımlandı.

Fitzgerald ilk romanını 61 yaşında yayımladı. Bundan önce üniversite bitirdi, İkinci Dünya Savaşı’nda BBC’de çalıştı, evlendi, bir kitapçı dükkânında tezgâhtarlık yaptı, ünlü Italia Conti konservatuvarında ders verdi, üç çocuk sahibi oldu, anneanne oldu. Eleği asma yıllarından biri olarak kabul edilen 60’ında roman yazmaya başladı.

İlk romanı The Golden Child’ı 1976 da, ölen eşini eğlendirmek için yazdığı söylenir. Üçüncü kitabı Offshore 1979’da İngiltere’nin en büyük edebi ödülü olan Booker’i aldı. Londra’da, Thames nehrinin kıyısına demirlemiş teknelerde yaşayan bir grup yetişkin ve çocuğu anlatır. Fitzgerald, çocuklarıyla bir süre böyle teknelerde yaşamıştı.

Fitzgerald’ın bütün eserleri kısadır. En uzun romanı 200 küsur sayfa. Sanırım anlatmak istediklerinin yarısını yazdığı, geriye kalan yarısını okurlarının anlayışına bıraktığı için. Kendisi “Hep, okurun kendine çok fazla şey anlatılmasını hakaret olarak algıladığını düşünmüşümdür” der.

Romanlarında, öyküleri, ani dönemeçlerde, beklenmedik yönlere sapar.

“Bir Penelope Fitzgerald romanı okumak acayip bir arabada gezintiye çıkarılmaya benzer” diyor ünlü İngliz romancı Sebastian Faulks. “Arabanın her şeyi, makinesi, karoseri ve içi birinci sınıf. Sonra, birkaç kilometre gittikten sonra, birileri direksiyonu söküp pencereden dışarı atıyor.”

İnsan hür olmadığı için değil, hür olduğunu anlamadığı için hür değildir.

Hangi yaşta ne yapılacağı toplumsal bir yalandan başka bir şey değildir. Toplum gaddar bir diktatör gibi mensuplarını sıraya sokmaya, benzerleştirmeye çalışır, sıradışı olanları, eksantrikleri, sapıkları cezalandırır. Kırkından sonra azanın teneşir tarafından paklanacağını buyurur. Gerçekte teneşir kırkından sonra azmayanı paklar.

İnsan özgürdür. Hayat kavranmak ve tadı çıkarılmak üzere ona verildi. İnsan kendi hayatının tek sahibidir. Kendinden başka kimseye, aile, toplum, vatan gibi mesaisini ve özgürlüğünü vergiye bağlayan tahsildarlara borcu yoktur. Tarlasını kendi eker, ödülleri, cezaları, mutlulukları, gözyaşlarını oradan kendi hasat eder.

Ve bütün bunları yaparken, umarım, Fitzgerald gibi, yüzünden hiç eksik olmayan bir tebessümle.

7 Aralık 2008 Pazar

Amerikan güzelinin aynası

Bir zamanlar Amerika’nın en güzel kadınlarından biri olan bir arkadaşım var.

Adı Rosie. Onu hiç görmedim. Az daha görüyordum. Ama olmadı.

Bir zamanlar Amerika’nın en güzel kadınlarından biri olduğunu onu bana yollayan arkadaşımdan öğrendim. Rosie İstanbul’a geldi. Randevulaştık. Ama hastalandığım için buluşamadık.

Ancak mail'leşmeye devam ettik ve elektronik düzeyde arkadaş olduk. Rosie’yi hiç görmediğim için bir zamanlar Amerika’nın en güzel kadınlarından biri olup olmadığını bilmiyorum ama Amerika’nın en eksantrik kadınlarından biri olduğunu garantileyebilirim.

Ondan aldığım son mesajda aynalardan bahsediyordu.

“Pazartesi günü ilk çekimi aldım” diye yazdı, ilk çekini nereden, ne için aldığını açıklamadan.

“Gidip bozdurdum ve bir tek şey satın aldım: Bir ayna. Yüzüm durmadan değişiyor. Bir süreden beri bunun farkındayım (dakikadan dakikaya değil de saat başı diyebileceğim bir süratle yüzüm değişik görüntüler veriyor). Çoğu zaman bu görüntüler beni şaşırtıyor onun için yüzüme sadece banyoda değil (onu başkaları ile paylaşıyorum)... Kendi odamda, istediğim zaman rahat rahat bakabilirsem belki... Ne öğrenebileceğimi pek kestiremiyorum ama... Her neyse. Özetlemek gerekirse: Gidip kendime bir ayna aldım. İsviçre’de senin aynan var mı?”

Ona şu cevabı verdim:
“Avusturya. Şu anda İsviçre’de değil Avusturya’dayım. Kaldığım pansiyondaki banyomda (onu başkaları ile paylaşmıyorum) ayna var. İstediğim zaman yüzümü inceleyebilirim. Ama aynaya her baktığımda, hep, aynada yüzüne bakan bir adam görüyorum. Dünyada ayna olmayan yer var mı? Ama şunu düşündün mü? Hiçbir yerde, bizi başkalarının gördüğü gibi gösterecek bir ayna yoktur.”

Tevrat’ta şöyle diyor: Şeyleri oldukları gibi görmeyiz, olduğumuz gibi görürüz.

İnsan hiçbir aynada kendini olduğu gibi göremez. Ayna kişiliğimizi yansıtmaz.

İnsanın kendini olduğu gibi görebilmesi için kendinden başka bir yerde durması, yani kendinden başka biri olması gerekir, ki o da mümkün değil.

Başkaları bizi bizim kendimizi aynada gördüğümüz gibi görmez. Başkaları hem bizi görür hem de hareketlerimizi ve kişiliğimizi.

Bir zamanlar, genç ve güzelken, çok hoş, sarı saçlı, çilli, yeşil gözlü, güzel vücutlu, iyi huylu bir sevgilim vardı.

“Benim gibi çirkin birinin nesini beğeniyorsun, Allahaşkına?” diye sordum ona bir gün.

“Ben aynı şeyi sana soracaktım” diye cevap verdi.

O zaman anladım ki görmek ve göstermek aynaların yapabileceğinden daha karmaşık bir şey.

Gelecek mektubumda bunu Rosie’ye yazmalıyım.

30 Kasım 2008 Pazar

Pardon, şu bacak benim mi?

Çok uzun yıllar önce Ankara’daki bir devlet hastanesinin koridorlarında yürürken duvarda asılı bir tabelada şunları okudum: “Katlanılması en kolay sancı başkalarının çektiğidir.”Neden hastanede idim, hatırlamıyorum. Hasta olarak olmadığım kesin ama kimi ziyarete gitmiştim? Tamamen aklımdan çıktı.Tabelada yazılanları ise hiç unutmadım. Ağrı insanı feylezof yapıyordu. Tabeladakileri okumak bana da biraz ağrı feylezofluğu bulaştırmıştı.Onun için Ağrının Memleketinde adlı kitabı görünce hemen ısmarladım. Yazarı ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının en ünlü Fransız yazarlarından biri olan Alphonse Daudet (1840-97). Bugün artık edebiyat fakültesi öğrencileri dışında hiç kimse onun eserlerini okumuyor. Oysa zamanında romanları ve tiyatro eserleri ona büyük ün ve servet kazandırmıştı. Daudet, 17 yaşında Paris’te frengi kaptı. Hastalık 25 yıl kadar etkisini fazla göstermeden vücudunda yaşadı. 1880’lere gelindiğinde frengi son dönemine girdi ve Daudet’ye 12 yıl tarifsiz acılar yaşattı. “Bazı günler var” diye yazdı, “uzun günler, sanki yaşayan tek şeyim sızım.”Hiçbir zaman iyileşmeyeceğini, hastalığın gittikçe ilerleyerek onu tamamen felç edeceğini, kör olabileceğini, akli melekelerini kaybedeceğini biliyordu. “Bu benim” diye kendini tarif etti: “Tek kişilik bir sızı bandosu.”Bütün tedavileri denedi. Ama o çağlarda frengi, tedavisi olmayan bir hastalıktı.İntihar etmeyi düşündü ama karısı vazgeçirdi. İngiliz şair Larkin’in dediği gibi: “Cesaret başkalarını korkutmamaktır.” Daudet ıstırabını, ailesine, sevdiklerine bir ıstırap konusu yapmadan çekmeye karar verdi. “Istırap çekmek hiçbir şeydir” dedi bir arkadaşına.”Bütün olay sevenlerinizin ıstırap çekmesine mâni olmak.”“Sızı her zaman onu çeken için yenidir; çevresindeki insanlar için ise yeniliğini kaybeder” diye yazdı benim duvarda gördüğüm yazının felsefesini, başka bir biçimde aksettirerek. “Herkes ona alışacak, benden başka.”Bir gün bir roman haline getirmek amacıyla not tutmaya başladı. Roman hiçbir zaman yazılmadı. Notlar Ağrının Memleketinde başlığıyla 1930’da yayımlandı. Benim okuduğum kitap bunun İngilizce tercümesi idi.“Sızının genel bir teorisi yoktur” diye yazdı Daudet. “Her hasta onu yeniden keşfeder ve herkes için sızının doğası değişiktir, her salonun akustiğine göre şarkıcının sesinin değişik olması gibi.”Ümitsiz vakaların gittiği bir kaplıcada, havuzda yanında duran belden aşağı felçli bir adamın, yanındaki kişiye şu soruyu sorduğunu duydu. “Pardon, beyefendi, ama şu bacak benim mi, sizin mi?” Diğeri, cevap verdi: “Sanırım sizin olacak.”

23 Kasım 2008 Pazar

Norveç’te on bin saati olan Türkler aranıyor

OSLO

Norveç’te yaşayan azınlıklar içinde yüksek eğitim yapmaya en az meraklı olanlar Somalililer ve evet, tahmin ettiniz Türklermiş.

Bir araştırmadan elde edilen bu bilgiyi Oslo’da yemek yediğim Türk kökenli bir politikacıdan öğrendim.

Oysa Norveç okumak isteyenler için cennettir. Petrol ve doğalgaz zengini ülke dünyanın en iyi eğitim sistemlerinden birine sahiptir. Üniversitede okumak isteyenlere devlet uzun vadeli ve düşük faizli kredi veriyor. Krediyle, Norveç dışında, Harvard (ABD) veya Oxford (İngiltere) gibi dünyanın en ünlü üniversitelerinde bile okumak mümkün.

Okuyanın çok ve daha iyi okuması için Norveç hükümeti, elinde çek defteri, hazırda bekliyor.

Yemekten sonra Wall Street Journal gazetesini karıştırırken İngiliz detektif romanı yazarı P. D. James ile ilgili bir yazı gözüme çarptı.

Bayan James dünyanın en ünlü detektif romanı yazarlarındandır. Son kitabını yazarken kalp krizi geçirmiş. Önce hastanede, ardından da yaşlı insanların nekahet dönemini geçirdiği bir hanede yatmış. Ama kitabını yazmaya ara vermemiş.

“Ölürsem kitabımın yarım kalma olasılığı korkunç bir düşünce” demiş Bayan James. “Kitabımı başkasının bitirmeye çalışmasını düşünmek bile korkunç.”

Bayan James 88 yaşında.

“Neden bazı insanlar olağanüstü başarılıdır da diğerleri değildir?” Bayan James’le ilgili yazının altında bu sorunun cevabını araştıran bir kitap yazan Amerikalı Malcolm Gladwell’le yapılmış söyleşi vardı.

Gladwell’in psikologlar tarafından yapılan araştırmalardan aldığı sonuçlara göre, “büyüklük”e ulaşmadan önce az 10.000 saat hazırlık gerekir. Çalışmak, yani.

“On yıl satranç oynamadan satranç ustası olan yoktur, 10 yıl kompozisyon çalışmadan büyük beste tapan bestekâr görülmemiştir” diyor Gladwell.

Araştırmalar 10.000 saat çalışmanın başarıya ulaşmak için bütün sahalarda standart olduğunu gösteriyor. Amatör ile dünya çapında üne ulaşmış arasındaki fark bu 10.000 saattir.

Bu ve bunun gibi araştırmaların anlattığı gerçek basittir: Başarılı olmak şansa veya yeteneğe değil çalışmaya bağlıdır.

“Şans hazırlıklı olmak (yani çok çalışmış olmakla) ile fırsatın karşılaşmasıdır.”

Yetenek ise çok ama çok çalışmakla başarma azminin bir başka adıdır.

Eğitim, kaderini değiştirmesi için insanın sahip olduğu en önemli, en herkese açık, en keyifli yoldur.

Norveç’te yaşayan Türkler neden bu yola girmiyor?

Kuyudaki insan bazen o kadar kördür ki kendisine atılan ipi bile görmez. Bazen cahillik böyle bir körlüktür. Cahilliğin sıfır noktasında değil eksisinde bulunulan bir cahilliktir bu. Kafada bilgiden çok bilgisizliğin, doğrudan fazla yanlışın bulunduğu bir durum.

Kim bu insanları düşünüyor? Kim onları kurtaracak?

16 Kasım 2008 Pazar

Geceyi karargâhta geçiriyorum

Artık geceleri sabaha kadar deliksiz uyuyamıyorum. Bazen uyuduktan bir saat sonra uyanıyorum. Bazen ezan sesiyle. Bazen saat üç civarında.

Bir süre yeniden dalmaya çalışıyorum. Başaramazsam, ki çoğunlukla başaramıyorum, kitap okumak için ışığı açıyorum. Bunu mümkün olduğu kadar geciktirmeye çalışıyorum, çünkü bu anlarda ışık ayazda kendiliğinden açılan pencereden içeri esen soğuk rüzgâr gibi ani, sert ve sevimsiz geliyor bana. Thoreau boşuna “Elektrik karanlığı öldürür, mum aydınlatır” demedi.

Bugünlerde Çin’de 618-907 yılları arasında hüküm süren T’ang hanedanının son çağlarında yazılmış şiirlerin İngilizce çevirilerini okuyorum. T’ang, Çin şiirinin altın çağı olarak addediliyor.

Tekrar tekrar okumama rağmen şiirlerin anlamını tam olarak kavrayamıyorum. Bin küsur yıl önce düşünülmüş düşünceler, milyarlarca yıl önce ölmüş yaratıkların kalıntılarından çok daha çok esrarengiz.

Çoktan ortadan kaybolmuş kentler, unutulmuş savaşlar, kim olduğu meçhul barbarlar, bilmediğim ağaçlar, bana yabancı olan efsanelere yapılan atıflar anlamamı zorlaştırıyor. Ama gene de okuduklarımdan keyif alıyorum.

Şimdi Çin bir çevre felaket bölgesi. Doğasının her parçasını feda etti, zenginleşmek için kızlarını satan bir baba gibi.

T’ang devrinde insanlar doğayla ve yabani hayvanlarla iç içeydiler. Bir yerden bir yere giderken kaplanlardan sakınmaları gerekiyordu. Nehirlerde su, aksettirdiği ay ışığı gibi temiz ve parlaktı. Elektriksiz geceler ay ve yıldızları insanlara yaklaştırıyordu. Ten ile soğuk arasında kalorifer yoktu. Savaş ve sürgünler, tehlikeli ve yavaş yolculuklar, gidip de gelmemeler, güneş doğmaya başlarken görülen rüyalar, ayın tepelere vuran “beyaz şafağı,” göl kenarları vardı.

Neredeyse tamamını anladığım bir şiir karşıma çıkınca seviniyorum. T’ang şairlerinin en büyüğü olarak addedilen Tu Fu’nin (712-70) Geceyi Karargâhta Geçiriyorum adlı şiiri bu.

Hasat zamanı açık bir gece.
Karargâhın avlusunda
Wu-tung ağaçları üşüyor.
Nehrin kıyısındaki kentte
Tek başıma uyanıyorum
Titrek mum ışığında.
Gece boyu çalan borular
Düşüncelerimi tedirgin ediyor.
Gökyüzü ayın görkemiyle yıkanmakta
Ama bakan kim?
Toz kasırgaları, yazamıyorum.
Hudut geçidinde bekçi yok.
Yolculuk etmek tehlikeli.
On yıldır yollarda,
İçim hüzün dolu.
İnce bir dala tünemiş kuş misali
Birkaç dakika huzur bulduğum için
Şükrediyorum.

Bu şiir bugün yazılmış olamaz mıydı?

İnsandan insana vasiyetsiz miras kalan, hiç değişmeyen şeyler var. Bin sene önce ile bugün ayağı kırılan bir insanın duyduğu ıstırap nasıl aynı ise eski dostlara duyulan özlem de aynı. Ay ışığında içilen şarabın keyfi. Karargâhta, en beklenmedik anda, insanı kasvete boğan ev hasreti.

El değişiyor ama tespih hep aynı.

İnsan olmak, düşüncelerin doğurduğu vahşi atların üzerinde yere düşmeden durmaya çalışmaktır.

İp kopup oyun bitinceye kadar.

9 Kasım 2008 Pazar

Yağmur cezası

OZANKÖY
Sabaha doğru yağmur sesiyle uyandım. Kuru kuyunun yanındaki dutun sararmaya başlayan yapraklarına yağmur taneleri düşüyordu. Burnuma ıslak toprak kokusu geldi ya da geldiğini hayal ettim.

Fizan çölüne oğul yollamış asker annesinin hasretine benzer bir özlemle yağmur bekliyorum aylardır. Birkaç gün önce yağmur beklentisiyle bahçemin dönümlerini sürdürdüm. Toprak gelecek yağmuru daha kana kana içsin, derinlerine çeksin diye. Ama yağmur gelmedi.

Sabahleyin beni uyandıran, yağmur dediğim şey, serpintiden başka bir şey değildi. Başlamasıyla bitmesi bir oldu. Otomobilimin ön camında kuruyan topraklı damlalardan başka bir emare bırakmadı.

Susuzluğa en dayanıklı Akdeniz bitkilerinden biri adaçayıdır. Sekiz, dokuz, hatta on ay yağmursuz yaşayabilir. Belki de ona acımtırak kokusunu ve tadını veren yağmur hasretidir.

Geçen gün bahçede yürürken patikanın sağındaki adaçaylarının kurumuş olduğunu gördüm. Evi aldığımda orada olduklarına göre en az yirmi küsur yaşındaydılar. Yağmur yediklerinde yeniden canlanırlar mı yoksa bir daha kalkmamak üzere mi düştüler, bilmiyorum.

Beşparmaklardaki ormanda bile ağaçlar ölüyor. Kahverengi kahverengi görüyorsunuz onları yeşilliğin içinde. Çamların ve servilerin yeşili solgun, tozlu bir renk almaya başladı.

Yürürken ağaçların arasından aşağıdaki gölette bir damla su kalmamış olduğunu görüyorum.

Ertesi gün gökyüzü masmavi. Bir tek bulut yok. Tişörtle dolaşıyorum. Gidip yüzsek mi diye düşünüyorum.

Keklikler ne içiyor?

“Ayın 12’sinde cemre düşecek” diyor kardeşim.

“Saatli Maarif Takvimi’nden mi öğrendin?”

“Hayır bundan.” Yanında, oturduğu koltuğun üstünde, kalın, siyah kaplı bir not defteri veya ajanda var. İki eliyle kaldırıp bana gösteriyor. “Bunun içinde şey var” diyor, gelecekte ne olacağını gören bir eski zaman peygamberinin bilgiç tebessümüyle. “Sen de varsın.”

Ağzında iki diş kaldı. İkisi de önde. Biri altta, diğeri üstte. Gülünce ilk dişlerini çıkaran bebeklere benziyor.

“Cemreye boş ver, yağmur yağacak mı onu söyle” diyorum.

“Kitap onu yazmıyor” diyor.

“Çöpe at o zaman onu.”

Çiçek ve ağaç satan seranın sahibesi, “Ayda bir su isteyen bitkilerden bir köşe yaptım” diyor.

Arkasından yürüyorum. Kaktüs, iris ve Japon gülü ile ekili bir alana götürüyor beni.

Ama ben inatla ve açgözlülükle bol su isteyen çiçekli sarmaşıklar, yakut çiçekli bodur bitkiler, sarı ve pembe çiçek veren zehirli ağaçlar alıyorum. Hayalimde, gökgürültülü eski yağmurların su içirdiği sarmaşıklar pergolalara, bahçe duvarlarına tırmanıyor, boru çiçekleri acı kokularını yatak odama yolluyor.

Bu kışın da geçen kış gibi yağmursuz geçebileceğine inanmak istemiyorum.

“Bu sene yağmurlu geçecekmiş” diyorum arkadaşıma.

Uyduruyorum tabii. Bu inancı destekleyecek bir bilgi ne bende var, ne de, muhtemelen, dünyanın herhangi bir meteoroloğunda. Ama ben inanmak istiyorum. “Martta bahçe yemyeşil olacak” diye atmaya devam ediyorum. “Her taraf kır çiçekleriyle dolacak.”

Ya olmazsa? Ya her şey adaçayı gibi ölürse?

Keklikler susuzlukta kırılıyor olsa bile av mevsimi açıldı. Milli park olan, avcılara kapalı alanlar dahi bu yıl ava açılmış. Pazar günü tüfek sesiyle uyandım. Öğleden sonra bahçede dolaşırken bir fişek buldum.

Acaba kümes hayvanları için de av mevsimi açıldı da haberim mi yok?

Yağmur yağmıyor. Yağmıyor. Yağmıyor.

Bir suç için cezalandırılıyor olabilir miyiz?

2 Kasım 2008 Pazar

Üç Maymun, bir Türkiye

Zifiri karanlıkta orman yolunda bir otomobil gidiyor ve yavaş yavaş korkunç şeyler olacağı içinize doğuyor.

Bu otomobil karanlıkta ilerlemiyor da sanki karanlığın kursağından midesine iniyor, bir daha ondan haber alınmamacasına kaybolmak üzere.

Uzaklaşıyor, ufalıyor, köşeyi dönüyor ve bilinmeyen bir uygarlığa ait, misyonu uğursuz bir uzay gemisi gibi kayboluyor. Kâinatın ve hayatın geldiği ve gideceği yer olan karanlıktan başka bir şey yok şimdi perdede.

Nuri Bilge Ceylan’a Cannes’da En İyi Yönetmen ödülü getiren Üç Maymun filmi bu karanlıkla başlıyor ve bitiyor.

Filmi geçen hafta sonu gördüm. Ve başıma balyozla vurulmuş gibi oldum. Gücü beni ürpertti. Amansız katılığının altındaki insanlık ve yumuşaklık gözlerimi yaşarttı.

Üç Maymun, ustalığının zirvesinde bir rejisörün başyapıtı. Film olarak bu güne kadar yapılmış -sadece Türkiye’de değil dünyada- en güzel filmlerden biri. Ceylan, kendine has bir sinema dili geliştirdi - her kelimesi jilet gibi keskin, gülle kadar ağır bir dil, süssüz, tavizsiz, yalın ve ürkütücü. Bu dili kullanarak dünya çapında bir rejisör olduğunu kanıtladı ve Üç Maymun’la Türk sinemasının bayrağını müthiş yüksek bir yere dikti. O kadar yüksek ki, buraya kendisinin bile bir daha tırmanması kolay değil.

Hiçbir sanat dalında sinemada olduğu kadar dünya standartlarını yakalamış değiliz. Bunda Ceylan’ın rolü herkesinkinden büyük.

Bu film beni çok etkiledi, çünkü yıllardır rakamlarla anlatmak istediğim şeyleri resimlerle ve benim hiçbir zaman anlatamayacağım kadar mükemmel bir biçimde anlatıyor. Hırsız ve duyarsız bir rejim tarafından mutsuzluğa, yoksulluğa, şiddete ve ümitsizliğe itilenlerin öyküsünü.

Üç Maymun’da beş kişi var. Görmeyen, duymayan, konuşmayan beş kişi. Daha doğrusu Türkiye’nin görmemeye, duymamaya, konuşmamaya mahkûm ettiği milyonlar arasından seçilmiş, sıradan beş insan. Onları sokakta görseniz başınızı çevirip bakmazsınız. Kimisi kurban, kimisi kurban eden gibi görünüyor ama, aslında, hepsi kurban. Hepsi Türkiye’nin çeşmelerinden payına düşen acıyı içiyor. Ve aslında hiçbiri sıradan değil, çünkü sıradan insan yok. Herkes özel.

Beş kişi dedim, ama aslında bu filmde altı kişi var. Bir uzay yaratığına benzeyen -hepimiz aslında uzay yaratıkları değil miyiz?- Bir küçük çocuk. O diğerlerinin aradığı ama bulmadığı ve bulamayacağı şeyleri temsil ediyor. Sevgiyi ve yumuşaklığı. Bir tek o kucağa alınıyor, o sevgiyle kolunu omza atabiliyor, sadece onun içeri girmesi için kapıya ihtiyaç yok.

Ceylan, Cannes’da “Ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum” demişti.

Yalnız, güzel ve korkunç deseydi belki daha doğru olacaktı.

26 Ekim 2008 Pazar

Konserdeki hayalet

Birkaç gün önce bir akşam haberleri izlerken Selim ve Sara etrafımı sardı ve konuşmaya başladık. Şimdi hatırlayamadığım bir nedenle ölüm konusu açıldı.

Bu konu bazen açılır. Belki yaşlı bir baba olduğum için. 

Selim doğduğunda neredeyse 50 yaşımdaydım. Sara ondan iki sene sonra dünyaya geldi. Birçok sınıf arkadaşımın emekli olmaya başladığı yıllarda ben ikinci defa çocuk büyütmeye başladım. 
 
Selim 15 yaşında olduğuna göre ne kadar antika olduğumu hesap edin. Şikâyetçi değilim, ama. Tersine. Ne demişler? Aşk nedir, öğrenmek istiyorsan çocuk sahibi ol. (Nefret nedir, öğrenmek istiyorsan boşan, da denebilir mi?) 
 
Ölüm konusu açılır dedimse öyle cenazemsi, ciddi ciddi değil. Esprili, hafif bir biçimde. “Eğer ölürsen seni gebertirim” dedi Sara, her zamanki muzip tavrıyla ve bir kahkaha attı. Selim, “Hiç olmazsa başarının başlangıcını görecek kadar yaşamalısın” dedi. 
 
O dünya çapında bir baterici olmak istiyor. Amacına ulaşmaya başlamasının başlangıcını görmemi istiyor. Demek istediği bu. “Gayret edeceğim” dedim. “Ama merak etme. Ölsem bile gökyüzünden konserlerini izleyeceğim. Hayaletimden kurtulamayacaksınız!” 
 
Acaba yaşlı bir baba olmam konusunda çocuklarımın gerçek düşüncesi ne? Zaman zaman yaşımı göstermediğimi söylerler. Her zaman ikna edici olduklarını söyleyemem.
 
Üç yıl kadar önce yaş günümü kutluyorduk. Selim kaç yaşına bastığımı sordu. “Altmış bir” dedim. Ciddi ciddi yüzümü inceledi. “O kadar göstermiyorsun” dedi. “Ne kadar gösteriyorum?” Bir süre daha yüzümü inceledi. “Taş çatlasa altmış” dedi. “Harika” dedim. “Yüreğime su serptin.” 
 
İşin acayip tarafı, yıllar geçtikçe kendimi daha genç ve mutlu hissediyorum. Hayatımın en mutlu dönemini yaşıyorum diyebilirim. Hayatım, muşmula gibi çürümeye başlayınca tatlılaşan meyve cinsinden galiba. Acayip değil mi? Belki, değil. 
 
Yaşamak öğrenilen bir şey. Orhan Veli’nin dediği gibi, “Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış; Zamanla anlıyor insan dünyayı.” Hayata çıraklık etmek lazım, ustası olmadan. Olmayı becerebilirsen tabii. Bazı şeyleri öğrenmeden mutlu, hiç olmazsa dingin olmak mümkün değil. 
 
Şimdi bildiğim şeyleri daha gençken öğrenmiş olsaydım hem kendime hem de yakınımdakilere daha az zarar verirdim. Bunu sık sık düşünürüm, faydası olmadığını bile bile. Yaşlı baba olmanın avantajı bu. Çocuklara öğretecek, verecek çok şeyin olması. En başta vakit. Bir bakıma yıllarımı onların hesabına da harcadım. Bu yüzden, onların bazı önemli şeyleri öğrenmeleri için yılların geçmesine gerek kalmayacak. Bazı önemli şeyleri şimdiden biliyorlar. Karşılığı, konserleri hayalet olarak izlemekse... Hayalet mayalet! Önemli olan izleyebilmek. Sahip olduğunla yetineceksin. Bunu ben mi çocuklara öğrettim, onlar mı bana?

19 Ekim 2008 Pazar

Yatakta iki sivrisinek

OZANKÖY

Yatağa girip yan yana, sırtüstü yatınca cibinlikteki yırtığı gördü. Dikdörtgen şeklinde, soyulan muz gibi geriye yatmış, kibrit kutusu büyüklüğünde bir yırtıktı. Sabahleyin cibinliği toplarken parmağım takılmış, ince tülü cıırt diye yırtmıştı. O, o saatte uçaktaydı.
“Bu delik ne?”diye sordu.
“Emniyet çıkışı” dedim.
“Ne emniyet çıkışı? Dalga mı geçiyorsun?”
“Hayır. Farz edelim ki kötü ruhlu bir peri uyurken beni sivrisineğe çevirdi. Veya seni. Delik olmazsa kaçamam. Cibinliğin altında açlık ve susuzluktan ölürüm.”
“Çok komik” dedi. “Ayrıca, sivrisineğe döndürülürsen yaşasan ne olur, yaşamasan ne olur? Bir an önce ölsen daha iyi olmaz mı?”
“Hayır. Yetişkin bir sivrisinek iki hafta yaşar. Gıdasız kalmazsa tabii. İki hafta iki haftadır. Ayrıca, bu zaman içinde iyi yürekli peri devreye girip beni gene eski halime çevirebilir. Sivrisinek dişi ise ömrü iki ayı bile bulabilir. Neden her cinsin dişisi daha çok yaşıyor? Haksızlık bu. Açıklar mısın?”
“Dişilik doğaldır” dedi. “Erkekliğin ise öğrenilmesi gerekir. Öğrenme işi erkeği yorar. Erkeğin ne öğrenmesi gerekir? Kadına iyi hizmet etmesini. Hizmetçilik yorucudur. Adamı erken öldürür. Konuyu değiştirme!”
“Dişi sivrisinek ile erkek sivrisinek arasındaki fark ne biliyor musun?”
“Aydınlat bizi bakalım.”
“Dişi sivrisinek kan emer. Yani, ısıran dişi sivrisinektir. Erkek ne kan emer, ne ısırır.”
“Bir şey mi ihsas etmek istiyorsun?”
“Hayır. Dişi sivrisinek aslında iki aydan fazla da yaşayabilir. Eğer mevsim sonuna doğru olgunluğa ulaşmışsa soğuklar başlayınca kış uykusuna yatar. Havalar ısınınca uyanıp yumurtlar. Yani bu emniyet çıkışı benden çok senin işine yarayabilir.”
“Benim kötü perilerle işim yok.”
“Onların seninle işi varsa?”
Bir şey söylemedi. Bu konuşma esnasında yanağını avucuna dayamış bana bakıyordu. Ben de yanağımı avucuma dayamış ona bakıyordum. Ben çok güzel bir yüz görüyordum. Onun ne gördüğünü düşünmek bile istemiyorum.
Dışarıdan, arıkuşlarının sesi geliyordu. Bu kuşların bu mevsimde gitmeleri gerekmiyor muydu? Doğacı arkadaşım Süha’ya sormalıyım. Güneş dolaşmış, odanın Bellapais’e bakan penceresinden içeri girmeye başlamıştı. Rüzgâr perdeyi oynattıkça halının üstündeki güneş de oynuyordu. Leziz bir sessizlik ve duruluk vardı.
“Saçmalamayı tamamladın mı?” diye sordu.
“Evet.”
“O zaman şu soruya cevap ver. Biz neden bu yatağa girdik?”
“Sivrisinek olarak mı, yoksa insan olarak mı cevap vereyim.”
Gülümsedi. Bu dünyanın en güzel tebessümü olabilir miydi?
“İkisinin de cevabı aynı olmaz mıydı?” diye sordu. Ağzımı açmaya hazırlandığımı görünce, “Allahaşkına çeneni kapat” dedi. Başımı göğsüne çekti. Dişi sivrisineklerin neden kan emdiğini ona anlatamadım.

12 Ekim 2008 Pazar

Epey yıllar önce Ankara’da

Epey yıl önce Ankara’da haftalık Observer gazetesine çalışan İngiliz bir gazeteciyle tanıştım.
Afganistan ve İran’ı dolaştıktan sonra Türkiye’yi gezmiş, başkente gelmişti. Ona Türkiye'yle ilgili izleniminin ne olduğunu sorduğumda bana hiç unutmadığım bir cevap verdi. “Türkiye, Doğu’dan geldiğinde Batı’yı, Batı’dan geldiğinde Doğu’yu andırıyor.”

Bir süredir bu sözler aklıma geliyor ve düşünüyorum: "Aynı turu yeniden yapsa, aynı şeyi söyler miydi?"

İran ve Afganistan, o günlerden bu yana 1970'lerde daha Doğu oldular. Batı da Doğu Avrupa’nın eski Sovyet uydularını ve Yunanistan, Bulgaristan gibi Balkan ülkelerini alarak daha Batı oldu. Biz, galiba, her ikisine göreceli olarak, hem Batı hem de Doğu’yu andıran bir ülke olarak kaldık.
Bu hem ulusal kişiliğimizden kaynaklanıyor sanıyorum, hem de içinde yaşadığımız ülkenin coğrafi konumundan.

Goethe (1749-1832) insanlar sadece anne babalarının değil, yaşadıkları çağın da çocuklarıdır diyor. Onlar kadar, belki, doğdukları yerin coğrafyasının da çocuklarıdırlar.

Doğu ile Batı’nın hududundayız. Onları birleştiren köprüyüz. Bir ayağımız Doğu’da, diğeri Batı’dadır. Bütün hudut bölgeleri gibi sınırın her iki yanının da özelliklerine sahibiz.

Ve belki de şizofrenisine.

Çünkü, aslında, buralı da değiliz. Çoook uzaklardan geldi atalarımız, Orta Asya’daki vatanlarını bırakarak veya bırakmak zorunda kalarak. Gözleri çekikti. Hep Şaman oldukları söylenir ama aslında Budisttiler ya da Budizmin derin etkileri vardı inançlarında. Yurtları ebediyen geride kalmıştı, yeni bir kimlik ve kişilik aradılar.
Bulabildiler mi?
Sanırım bulamadılar ve biz de bulmuş değiliz. Türkiye’de bugün kimi kendini Müslüman olarak tarif ediyor. Kimi Türklüğünü öne çıkarıyor. Kimi “Batılı” olduğunu iddia ediyor. Kimi Kürtlüğüne yapışıyor. Kimisinin kişiliği Alevilik etrafında yapılanıyor.

Ve galiba istisnasız hepimizde bir Doğululuk var. Çünkü hamurumuz Doğu.

Doğululuğumuzu en çok belirleyen, bu durumu kabul etmemektir.

Cumhuriyetin birinci döneminde milliyetçiler iradelerini empoze etmeye çalıştı herkese. Şimdi İslamcılar aynı şeyi yapmaya çalışıyor. Milliyetçiler gibi onlar da başarısız olacak. İnsan doğasına uygun olmayan siyasi formüllerin kökleşme şansı yoktur.

Ortak payda ne din ne de ırktır. Aynı ülkeyi paylaşıyor olmamızdır.

Bu topraklarda herkes olduğu gibi olabilme özgürlüğüne kavuşabilse, rahat edeceğiz. O zaman kimliğimiz belirlenecek.

Olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olmayanlar ne rahat eder ne de başkalarına rahat verir. Sonunda önemli olan ne olduğumuz değil, ne kadar mutlu ve huzurlu olduğumuzdur.

5 Ekim 2008 Pazar

Çamur eşekarısı, yumurta ve örümcek

OZANKÖY

Bavulumu mutfağa bıraktıktan sonra teker teker ahşap panjurları ve pencereleri açmaya başladım.
Önce mutfağı açtım, sonra oturma odasının bahçeye bakan kapılarını ve pencerelerini. Arkamda ışık bıraka bıraka üst kata çıktım. Çocukların odasının panjurunu açar açmaz bir arı vızıltısı ve ensemde şiddetli bir yanma hissi duydum. İğne belli, sarı-siyah bir çamur eşekarısı vızıltılarla uzaklaşıp gitti.
Daha önce birkaç defa arı tarafından sokulduğum için onu görmeseydim de başıma gelenin nedenini bilecektim. Parmağımı zonklayan yere dokundurdum. Beş on dakika içinde sızı, geride küçük bir kırmızılık bırakarak geçecek. Üzerine bir şey sürmeye bile gerek yok.
Ama arı nereden çıkmıştı? İçeride olamazdı, çünkü ev uzun zamandan beri kapalıydı. Başımı dışarı çıkarıp bakınca panjurun bittiği yerde içine yumurtalarını koyduğu çamur tüplerinin meydana getirdiği topağı gördüm. Ve onu affettim. Yumurtalarını korumak için beni sokmuştu.
Onu rahat bırakmak için panjuru yeniden kapattım.
Çamur arısının bilimsel adı Sceliphron caementarium’dur ve bu adı çamurdan bu yumurta evlerini yaptığı için aldı.


Eşekarısı çene ve ön ayaklarıyla topladığı çamurları boru haline getirir ve benim panjur gibi kuru zeminlerin üzerine monte eder. İçine bir yumurta yumurtlar. Sonra bir örümcek avlar ve yumurtanın yanına bırakır. Sonra borunun iki ucunu çamurla mühürler.
Yumurtadan çıktıktan sonra örümcek yavrunun gıdası olacak. Çürümüş veya kokuşmuş olmaması için çamur eşekarısı örümceği öldürmez. Felç eder. Tırtıl veya larva üç haftada olgunlaşır. Bu sürede canlı örümcekle beslenir. Sonra etrafına koza örer ve kış boyunca dinlenir.
Bir defa mühürledikten sonra arı tüpü bir defa hiç açmaz. Yanına beş, altı veya yedi yumurtalı-örümcekli boru daha yapar ve onları da aynı şekilde kapatır. Sonra bir daha geri gelmemek üzere gider.
Aralarındaki görev bölümüne göre, dişi yem ararken erkek kozaları beklediğine göre beni sokan muhtemelen erkekti.
Yuvadan çıkan genç eşekarıları çamurdan yuva yapıldığını görmediler. Onlara inşaat dersi verecek, örümcek avlamaları gerektiğini, örümcekleri nasıl felce uğratacaklarını öğretecek anneleri de yoktur.
Ama onlar bütün bunları bilirler ve zamanı geldiğinde, anneleri gibi, benimki gibi evlerde uzun keşif uçuşları yaptıktan sonra bir yer bulurlar ve kil aramaya başlarlar.
Sıcak yaz günlerinde bu arıyı dakikalarca evinizin içinde amaçsız bir şekilde uçarken görebilirsiniz. Amaçsız falan değildirler aslında. Çamur yumurta yuvalarını yapmak için kuru, uygun bir yer aramaktadırlar. Onu rahat bırakmanızı öneririm. Hiçbir zararları yoktur.
Eğer onu benim yaptığım gibi ürkütmezseniz.

28 Eylül 2008 Pazar

Bir ampul değiştirmek için kaç Zen Budist gerekir?

Sadece son derece esnek ve yumuşak olanlar son derece sert ve güçlü olabilir.
Eğer sorunun çözümü varsa tasalanmanın anlamı yok, sorun sonunda çözülecek. Eğer sorunun çözümü yoksa tasalanmaya mahal yok çünkü çözülmesi imkânsız.
Çok temiz suda balık yaşamaz.
Hiddet, niteliksiz olmanın belirtisidir.
Kızgın kişi her zaman yapabileceğinin fazlasını yapabileceğini sanır.
İnsanlar çoğu zaman akıl açıklarını hiddetle kapatmaya çalışırlar.
Nefret insanın kendine uyguladığı bir cezadır.
Hiddet, akılsızlıkla başlar, pişmanlıkla biter.
Kızgın adam ağzını açar, gözlerini kapatır.
Hiddet eser, aklın lambası söner.
Akıllı insan hatalarından ders alır. Başkalarının hatalarından ders alan ondan da akıllıdır.
Ne kadar sıkı tutarsanız, o kadar az şeye sahipsiniz.
Elde eden az şeye sahiptir. Dağıtanın çok şeyi var.
İnsanlara yol göstermek istiyorsan arkalarından yürü.
Bir samuray, Zen ustası Hakuin’e öldükten sonra nereye gideceğini sormuş. Hakuin, “Ben nereden bileyim?” diye cevap vermiş. “Nasıl bilemezsin?” demiş samuray. “Sen bir Zen ustasısın.” “Evet, ama...” demiş Hakuin, “ölü bir Zen ustası değilim.”
Muayyen bir işi yapabilmek için muayyen bir insan olmak gerekir.
Eğer gerçek aşkı bulmak istiyorsanız kendinizi sevmeyi öğrenin.
Hiçbir kar tanesi hiçbir zaman yanlış yere düşmez.
Öğrenmek nehrin aktığı yöne doğru kürek çekmek gibidir: İlerlememek gerilemek demektir.
Ruh ışık saçarsa insanda güzellik olur. İnsanda güzellik varsa yuvada uyum olur. Yuvada uyum olursa ulusta düzen olur. Ulusta düzen olursa cihanda sulh olur.
Samimi olmayana samimi davranmak tehlikelidir.
Kötü şeylerde yavaş ol, iyi şeylerde aceleci ol.
İyilik bağırır. Kötülük fısıldar.
Eskilerin yürüdüğü yolu izleme, onların aradığını ara.
Ne kadar sessiz olursan, o kadar çok şey duyarsın.
Hayat denize açılıp batacak bir gemiye binmeye benzer.
Oraya vardığınızda, orada orası olmadığını görürsünüz.
En az şey isteyenler Tanrı'ya en çok yakın olanlardır.
Her çıkış başka bir yerin girişidir.
İnsan tartışır, doğa yapar.
Saat beşte sevişmek için sana geleceğim. Geç kalırsam bensiz başla.
Soru: Bir ampul değiştirmek için kaç Zen Budist gerekir? Cevap: Üç. Biri değiştirmek için. Biri değiştirmemek için. Biri ne değiştirmek ne değiştirmemek için

21 Eylül 2008 Pazar

İki kişi

“Sen iki kişisin” diyorum ona. “Sen ve diğeri.” “Sen de iki kişisin” diyor.
“Diğeri geldiğinde beni senden uzaklaştırıyor” diyorum.
“Senin diğerin de beni senden uzaklaştırıyor” diyor.
“Benim diğerim senin diğerin geldiğinde ortaya çıkıyor. Senin diğerin gelmese benim diğerim ortaya çıkmayacak” diyorum.
Susuyor. Düşünüyor. Muhakkak bir şey söyleyecek. Son sözü söyleyen hep o olsun ister.
Mutfak çekmecesindeki iki kaşık gibi yatıyoruz. Başım başına dayalı. Saçları burnumu gıdıklıyor. Sol göğsü sağ avucumun içinde. Bazen elimi oradan çekip karnına götürüyorum. Karnının yumuşaklığına dokunmak hoşuma gidiyor. Küçük bir göbeği var. Hatırlayamadığım bir şeyi hatırlatacak gibi. Sonra avucumu kalçasına dayıyorum.
Uyumaya çalışıyorum ama uyuyamıyorum. Beş dakika uyumak bile bana iyi gelecek, biliyorum. Ama uyku benden kaçıyor. Bilerek kaçıyor sanki. İsteyerek. Vereceği dinlenmeden domuzluk olsun diye mahrum bırakarak.
Uyumadığımın farkında. Uyumaya başladığımı ellerimin titremesinden anlıyormuş.
Birbirimizi anladık mı? Ben ona ne dedim? O bana ne dedi?
Perdeleri çekik, loş odada sevişme sona erince sesleri yeniden duymaya başlarsın. Kedinin tuvalette bir şeylerle oynadığını. Sokaktan geçen bir aracın kornasını. Martıları. Bir yerlerde pencereden seslenen ama ne dediği anlaşılmayan kadının sesini. Üst kattaki tıkırtıyı.
Uzanıp yatak kenarındaki komodinin üstünden klimanın uzaktan kumandasını alıyorum ve düğmeye basıyorum. Bir şey olmuyor.
“Ters tutuyorsun” diyor.
Doğru tutarak düğmeye basınca klima derin bir nefes alıp mesaiye başlıyor, diğer sesleri uzaklaştırarak.
Konuşurken mi daha iyi anlıyoruz birbirimizi, susarken mi?
Kelimeler nasıl icat oldu? Herhangi bir kelimeyi ilk kim, nerede konuştu?
Kelimeler yalan söylemek için mükemmel ama doğru söylemek için yetersiz. Kelimeler siperde yatmaya uygun, ortada dolaşmaya değil.
Uykunun faydası burada belki. Kelimelerden uzaklaştırıyor insanı. Aklı kelimelerden boşaltıyor. Dinlenmek bu kelimelerin meydana getirdiği boşlukta meydana geliyor.
Vücudumuz dilimizden daha iyi biliyor konuşmasını. Vücut dilinin dağarcığında daha az şey var ama bunlar daha açık ve kesin. Gözler konuşuyor. El bir yere dokununca verdiği mesajın ne olduğunu anlamamak imkânsız.
Anlaşmak için kelimelere ihtiyaç yok aslında. Anlaşmamak için ise var.
“Benim diğerim, sana karşı korunmam gerektiğini düşündüğümde çıkıyor ortaya” diyor.
Söylemiştim. Son sözü söyleyecek diye. Karşılık olarak bir şey söylemek istemiyorum. Birinin son sözü söyleyebilmesi için birinin susması lazım.
Aslında iki kişiden de çokuz, hem o, hem ben, hem herkes. Sanki kişilik -o ne ise- birçok odası olan bir saray. Ne zaman hangi odasından hangi “ben”in çıkacağını bazen ben bile bilmiyorum.
Bu konuyu daha sonra konuşuruz belki. Veya konuşmayız.
“Acıkmaya başladık mı?” diye soruyorum.
“Ehh” diyor.
“Sahilde yürüyüp her zamanki lokantamıza gidelim mi?”
“Olur” diyor.
Bir süre daha yerimizden kıpırdamıyoruz. Bostandaki karpuzlar gibi, ikiye bölünmeden önce, bir süre daha, bütün olmanın tadını tatmak istiyoruz, o da, ben de. Bu konuda bir fikir ayrılığı yok. O ve ben varız şimdi. Diğerleri yok.

7 Eylül 2008 Pazar

Canlı

Havada kulağınıza hoş gelen bir şey varsa o müziktir. Evde yalnız, mutfaktaki sedire uzanmış, başım yastıklara gömülü, sabah çayının keyfini çıkarırken akordeon sesi duydum.
Ses köşebaşındaki sinagogun oradan geliyordu, yürüye yürüye çalan birinin akordeonundan çıkıyordu. Yavaş yavaş penceremin altına yaklaştı. Fincanı masanın üstüne bıraktım, pencereden dışarı baktım. Boş sokakta, güneş altında genç bir adamdı.
Ona baktığımı görünce durup kapımın önünde çalmaya başladı.
“Kimsiniz?” diye sordum, duraklayınca.
Görünüşünden ve sakin sakin akordeon çalarak yürümesinden Türk olmadığı belliydi.
“Ben Romen” dedi, çalmaya devam etti.
“Bir dakika” dedim.
Kafamı içeri çektim, cüzdanımdan 10 liralık bir banknot çıkardım, katlayıp aşağı attım. Eğilip parayı aldı, bana bir gülümseme yollayarak müziğiyle birlikte yürüyüp köşeyi döndü, gözden ve kulaktan kayboldu.
Müzik hayatın aynasıdır diyor ünlü piyanist Daniel Barenboim. Her ikisi de hiçbir yerden gelir, hiçbir yere gider.
Müzik dünyanın hem içindedir hem dışındadır diyor.
Müzik kendiliğinden var olmaz. Onu birisinin yaratması lazım. Bu yaratma işi enerjiyle olur. Müziğin arkasında bulunan, onu yokken var eden enerjidir. Dinlediğimizde, müziği duyarken enerjiyi de duyarız. Müzik enerjisini enerjimize katar, onu çoğaltır.
Bu enerji “canlı” müzikte vardır. Kaydedilmiş müzik, enerjisinden sıyrılmış olduğu için “ölü”dür.
Radyoda veya televizyonda dinlediğiniz bir canlı konser ise orada olmamanıza rağmen canlıdır. Oluşum halindedir. Orkestra ile dinleyiciler, müzisyenler ile müzisyenler, müzisyenler ile orkestra şefi arasındaki alışveriş ve karşılıklı etkileniş konsere can ve yön verir.
Ama canlıyken kaydedilmiş bir konser artık canlı değildir.
İki kapak arasında yaşayan bir roman ne kadar hayatsa, CD’ye alınmış müzik de o kadar müziktir.
Münih Filarmoni Orkestrası’nın ünlü şefi Sergiu Celibidache (1912-1996) hiç plak yapmadı, çünkü sadece müziğin “canlı”yken müzik olduğuna inanıyordu. Plağın hiçbir zaman “canlı” konserin hayatiyetini yakalayamayacağına inanıyordu.
Plak dinlemek Brigitte Bardot’nun fotoğrafıyla yatağa gitmeye benzer diyordu. Ama öldükten sonra ondan habersiz kayda alınan bazı konserleri CD halinde piyasaya sürüldü.
Genç Romen birkaç dakikalığına akordeonundan çıkan müziğin enerjisi ve güzelliğiyle sokağı doldurmuş, zenginleştirmişti. Görünmeyen bir bülbülün beklenmedik bir anda ötmesi ya da bir yelkenlinin geçip gitmesi gibi karşılıksız verilen bir güzellikti sokağa bahşettiği.
Müzisyen olmak insanı daha iyi bir insan yapar demişti hatırlamadığım birisi.
Müzik yapmak da dünyayı daha iyi bir yer yapar.

Not: Yarın 20 Eylül’e kadar tatile çıkacağım. Hoşça kalın.

31 Ağustos 2008 Pazar

Ostrakismos her eve lazım

Demokrasi eski Yunanca demos ile kratos kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir.
Demos “halk”, kratos “yönetim, güç” demektir.
Demokrasiden önce, kent devletlerinden meydana gelen Eski Yunan’ı tiranlar yönetiyordu. Halk tiranların baskıcı yönetiminden bıktı ve onları teker teker devirdi.
Atina tiranının yollanmasından sonra yapılan bir halk toplantısında Kleistenes, önemli kararların kentin yetişkin erkeklerinin katılacağı toplantılarda alınmasını önerdi. Önerisi kabul edildi ve insanların bugüne kadar bulduğu en iyi yönetim şekli olan demokrasinin ilk uygulaması başladı. Milattan 500 yıl kadar önceydi.
Demokrasi onu dejenere veya alaşağı etmek isteyebilecek tiran kalıntılarından, despotluk meraklılarından ve kavgacı politikacılardan nasıl korunacaktı?
Kleistenes onun da çaresini buldu: ostrakismos yani sürgün.
Atina’da zengin-fakir, asil-sıradan her vatandaş (kadınlar ve köleler hariç) bir oya sahipti. Önemli kararları almak için her yıl on toplantı yapılırdı. Bu toplantıların altıncısında vatandaşlara kentteki herhangi birinin sürgün edilmesi için oylama, yani ostrakismos yapmak isteyip istemedikleri sorulurdu.
Ostrakon eski Yunancada oy pusulası olarak kullanılan çanak çömlek parçası anlamına gelir. Niye çanak çömlek parçası da kâğıt değil diye soracak olursanız... Milattan 500 küsur yıl önce kâğıt değil papirüs kullanılıyordu. Papirüs, Mısır’dan geldiği için bir defa kullanılıp atılamayacak kadar değerliydi. Kırık çanak çömlek parçaları ise bedava ve boldu.
“Bu yıl sürgün olsun mu?” sorusunun cevabı “evet” ise, iki ay sonra ostrakismos yapılırdı. Agoranın halatlarla etrafı çevrili bir bölümünde vatandaşlar şehirden kovulmasını istedikleri kişinin adını bir Ostrakon’a kazıyıp yere atarlardı.
En az altı bin vatandaşın kovulmasını istediği kişi on gün içinde işlerini yoluna koyup on yıllığına kenti terk etmek zorundaydı.
On yıl bitmeden geri dönmenin cezası ölümdü. Ostrakismos yargılama değildi. Ne suçlama ne de savunma vardı. Ne de bir cezaydı. Sadece Atinalıların, aralarından birine, şehri terk etmesi için verdiği bir emirdi. Sürgüne yollanan kişinin statüsünde bir değişiklik olmuyordu. Asilse asil, generalse general kalıyordu. Malına da el konmuyordu.
Şahıs on sene sonra sürgünden döndüğünde bıraktığı yerden devam ediyordu.
Ama, yelkenleri suya inmiş olarak tabii.
Ostrakismos’un amacı da buydu zaten: halkın huzurunu kaçıran politikacıları, demokrasiyi kötüye kullanmak isteyenleri, maceraperest generalleri hizaya getirmek.
Giden kişi kentteki çoğunluğun aleyhine olduğunu, bir darbe girişiminde bulunmasının boşuna olduğunu bilerek gidiyordu. Kent, sürgüne göndererek başına bela olabilecek kişilerle ilişkisini kesiyordu.
Demek istediğim, 2500 sene önce Atinalılar Deniz Baykal gibilerden kurtulmanın yolunu bulmuşlardı. Çünkü demokrasi vardı. Biz 2500 sene sonra bulamıyoruz. Çünkü demokrasi yok.
Düşünmeye değer.

24 Ağustos 2008 Pazar

Apocalypto

Ve insan tek başına oturdu. Hüzne boğulmuş bir halde. Bütün hayvanlar etrafına toplandılar ve dediler ki: “Seni böyle üzgün görmek hoşumuza gitmiyor. Bizden ne dilersen gerçek olacak.”
İnsan dedi ki: “Daha iyi görmek istiyorum.”
Akbaba şöyle yanıtladı: “Benim görme gücümü alacaksın.”
İnsan dedi ki: “Güçlü olmak istiyorum.”
Jaguar dedi ki: “Benim gibi güçlü olacaksın.”
Sonra insan dedi ki: “Yeryüzünün sırlarını bilmek istiyorum.”
Yılan yanıt verdi: “Ben sana gösteririm.”
Ve tek tek bütün hayvanlara sıra geldi. Ve onların verebilecekleri bütün yetenekleri kazanınca insan gitti.
Baykuş diğer hayvanlara dedi ki: “Artık insan çok şey biliyor ve birçok şey yapabilir. Aniden korktuğumu hissettim.”
Geyik dedi ki: “İnsan istediklerine kavuştu. Artık kederi son bulacak.”
Ancak baykuş şöyle yanıtladı. “Hayır. O insanda bir delik gördüm. Asla doyuramayacağı bir açlık kadar derin. Onu hüzünlendiren ve fazlasını istemesine neden olan şey de bu. Durmadan almayı sürdürecek. Ta ki dünya şöyle diyene kadar: ‘Daha fazla veremeyeceğim ve verecek bir şeyim kalmadı.’”
Bu öyküyü Mel Gibson’ın Apocalypto filminden çaldım. Filmde, öyküyü, yağmur ormanının bir köşesindeki bir köyde, avdan geri dönen genç erkeklerin getirdiği tapiri yedikten sonra çevresine toplanan köylülere yaşlı bir Şaman anlatıyordu. Kaybolmaya yüz tutmuş Maya dilinde.
Yıl 1519 idi.Yaşlı Şaman öyküsünü anlatırken Maya uygarlığını ortadan kaldıracak İspanyol Hern·n CortÈs kalyonlarıyla ufukta belirmeye başlamıştı. Ve köyü basıp genç erkekleri kurban töreninde kafaları kesilmek üzere başkentteki Şamanlara satacak insan avcıları köye yaklaşıyorlardı.
Şiddet dolu olduğunu bildiğim için uzun zaman filmin DVD’sini satın almaktan kendimi alıkoydum. Birkaç gün önce raflarda görünce dayanamadım. Dün gece seyrettim.
Mel Gibson, Apocalypto’da uygarlıkların içeride çöktükten sonra dışarıdan fethedildiklerini anlatmak istemişti. Ben filmden başka bir mesaj aldım. İnsan doğaya yabancılaştıkça felakete yaklaşıyordu.
Dün sabah bir yazıya başlamıştım. “Komünizm insan doğasına düşman olduğu için çöktü” diye yazmıştım. “Kapitalizm doğaya düşman olduğu için çökecek. Kapitalizm, yani insanın doymak bilmeyen kâr açlığı, doğayı, kendi dahil bütün canlılarıyla tüketinceye kadar dinmeyecek.”
Şamanın öyküsü ile benim anlatmaya çalıştığım şey aynıydı. Benim “doymak bilmeyen kâr açlığı” dediğim şey ile baykuşun gördüğü, doldurulması mümkün olmayan delik aynı şeylerdi.
Şaman 500 yıl önce yazımı yazmıştı.
Hayvanlar ise ta başından beri biliyorlardı.

17 Ağustos 2008 Pazar

Sonbaharda incirler

Bilgisayarın önünde oturmuş, ekrandan yayılan radyasyonda hafif hafif kebap olarak ne yazacağımı düşünürken, telefon çaldı.
"Bilgisayarın önünde oturmuş ekrandan yayılan radyasyonda hafif hafif kebap olacağına, havuza gel." Havuz Perisi Hayrünissa'nın sesi.
Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler gelirdim ama ağustosböceği gibi bütün yaz şarkı söyledim. Şimdi, hayatımın sonbaharında, işte böyle bilgisayarın önünde oturmuş ekrandan yayılan radyasyonda hafif hafif keb...
"Tamam, tamam. Yirmi dakika sonra burada ol. Limonatanı ısmarlıyorum."
Geçen defa havuzda sigaranı elimde söndürdüğünü unutmadım, dedim.
"İdealimdeki adamı bulduktan sonra dünyaya getireceğim çocukları beslemek için Tanrı'nın bana verdiği uzuvlarıma dokunmaya kalkışmazsan ben de senin eline sigaramın ucuyla dokunmam" dedi ve telefonu kapattı.
Gırrrrr!
Yirmi falan dakika sonra, havuzda. Hayrünissa, çilli vücudunu güneşte esmerleştirerek limonatasını yudumluyor.
"Hangi tarafı tercih ediyorsun?" diye sordu kalkıp yanıma gelerek ve (kanımca) gereğinden fazla yanıma yaklaşarak. Elimi... "Hayır onu kastetmedim!" dedi sigarasını hazırlayarak. "Havuzun hangi tarafını tercih ediyorsun? Sağ taraftaki güneş yataklarına yatarsak ağaçlara bakabiliriz. Sol tarafta bulutlara bakabiliriz."
Bulutlara.
"Sabahleyin burada benden başka kimse yoktu. Sırtında bornoz bir Çinli kadın çıkageldi. Yanıma yaklaştı ve selam sabah demeden, 'Çinli erkekleri seksi buluyor musunuz?' diye sordu. Düşündüm. Çinli, erkekleri seksi buluyor muydum? 'Hayır,' dedim, 'bulmuyorum. Niye sordunuz?' 'Ben de bulmuyorum da, acaba bende bir acayiplik mi var, yoksa Çinli erkekleri seksi bulmayan başkaları da var mı diye merak etmiştim' dedi."
Sonra?
"Sonrası yok."
Mayomu giydim. İhtiyar kemiklerimi güneş yatağına bıraktım, içi buz dolu bardağa sıkıştırılmış limonatadan bir yudum aldım.
Yanımdaki yatakta ince kemikli, beyaz ciltli, zayıf olması gereken yerleri zayıf, zayıf olmaması gereken yerleri zayıf olmayan genç ve güzel kadın yatıyordu.
"Şimdi bakma" dedi Hayrünissa. "Yanındaki kadın var ya... Onun yanındaki erkek, kocası. Derginin içine sakladığı porno dergiyi okuyor. Kadınla göz göze geldik. Gözlerini yere çevirdi."
Porno dergi okuyan adam (daha doğrusu, porno dergi okuduğu iddia edilen adam -ben porno dergi falan görmedim) siyah, şık, ipek bir şort mayo giyiyordu.
"Burada olmak evde olmaktan daha iyi değil mi?"
Biraz sonra garsonu çağırıp apartman yüksekliğinde bir club sandviç ısmarlayacak. Üzerinde salatalık turşusundan dereler akan bir kızarmış patates dağının ortasından yükselen.
Havuzda yüzen son insan çıktıktan sonra geride, suda bıraktığı çalkantı yavaş yavaş yatışıyor. Su, ana rahmindeki ruh gibi kendiyle dolu, kıpırtısız ve duru, içine girecekleri bekliyor. Hayrünissa’nın göğüslerine bakıyorum. Ruh her şeye vakıftır ama vücut acemi, aç ve şaşkındır, durmadan bir oraya, bir buraya toslar. Yehuda Amichai’nin mısralarında anlattığı gibi. Ve ruhu çok görmüş geçirmiştir, Ruhu çok profesyoneldir. Gövdesi ise ebediyen amatör. Dener ama başaramaz. Yüzüne gözüne bulaştırır, hiçbir şey öğrenemez, Zevk alırken de acı çekerken de sarhoş ve kör.
Sonbaharda incirler nasıl ölürse öyle ölecek
Buruşuk, kendiyle dolu ve tatlı
Karşımda, saksılarda büyüyen bodur servilerin ardında şehir, minarelerin, sarayların, çan kulelerinin ve konutların ufukla birleştiği yere yastık gibi istiflenmiş bulutlara sırtını dayamış, ayaklarını uzatmış, güneşleniyordu.

10 Ağustos 2008 Pazar

Evlilik dışı

Evli bir adamla sevgilisi geceleyin otomobille şehre dönüyorlar.
Otomobili adam kullanıyor. Şehrin tapu müdürü. 37 yaşında ve evli. Ondan sekiz yaş küçük olan sevgilisi ise dul. Adamın karısının yakın arkadaşlarından biri.
Yol bir ovadan geçiyor. Yol, Afrika ülkelerinin sömürgeci devletler tarafından çizilen sınırları gibi, cetvelle çizilmişçesine düz. Düzlük sürücülere güven veriyor ve bu yüzden bu yolda çok çok kaza oluyor.
Yolun iki yanında okaliptüs ağaçları var. Otomobilin pencereleri açık olsa rüzgârın serinliği yüzlerine vuracak. Gün boyu kızgın güneşin altında kavrulan okaliptüslerin, çitlembiklerin, tarlalardaki buğday ve arpanın kokusunu alacaklar. Ama pencereler kapalı. Belki beraberlikleri içeride kalsın, uçup gitmesin diye pencereleri açmıyorlar.
10 kilometre kadar ileride, aynı şeritte, inşaat demiri yüklü bir kamyon park etmiş duruyor. İnce, yuvarlak uçlu inşaat demirleri kamyonun dışına taşmış. Demirlerin ucunda kırmızı, üçgen bir bayrak sallanıyor ama karanlıkta görülmesi mümkün değil.
Evlilik dışı ilişki evlilikten de ağır bir yüktür. Ama o anda tapu müdürünün otomobilinin içinde sadece sevişme sonrasına ait doyum, hafiflik ve kafa tutma duygusu var. Onları şehir dışındaki motelde birkaç saat üzerinde tutan beyaz çarşaflı bir yatak değil açık denizlerde pupa yelken giden bir kotraydı. Çok geçmeden bu duygularının arasına hüzün ve pişmanlık girecek. Şehrin dışındaki ilk evlerden geçmeye başladıklarında tanınma ve yakalanma korkusu onları endişelendirecek ama şu anda değil.
Tapu müdürü, sevgilisinin dizinde duran elini çekip direksiyonu kavrıyor ve gaza basıyor. Bir an önce şehre varmak istiyor artık.
Külüstür kamyon uzun zamandan beri hareketsiz.
Motoru teklemeye başlayınca şoför aracı kenara çekmiş. Şarampol dar olduğu için kamyonun yarısı asfaltta duruyor. Işıkları sönük. Şoför, yola, gecenin karanlığında tehlikeli bir biçimde park edilmiş kamyonun varlığını uyaracak bir işaret bırakmamış. Nasıl olsa koskoca kamyonu görürler, diye düşünüyor.
Motor öksürmeye başladığında güneş daha aylardır yağmur görmemiş ovayı, üzerindeki cılız ağaçları ve, gerilerde, ovaya paralel uzayıp giden tozlu dağları terk etmemişti. Sonra gölgeler uzamaya başladı. Güneş battı. Karanlık, yavaş yavaş, her şeyle beraber, tozlu kamyonu ve altında durduğu okaliptüs ağaçlarını içine aldı. Yıllardır aynı adamla sevişen bir kadının alışık ve acelesiz yavaşlığıyla. Ağustosböceklerinin şarkıları sona erdi. Serçeler sustu.
Gece ilerledikçe seyrekleşen araçlar yanından geçerken sese dönüşen birer işık parçasıydı artık.
Şoför son bir sigara daha içip uyumaya karar verdi. Tamir aracının sabah olmadan gelmeyeceğini biliyordu.
Müdür ile sevgilisi konuşmadan duruyorlar. Adamın eli tekrar kadının dizine gidiyor.
Kamyoncu okaliptüslerin kokusunu içine çekti. Aracı park ettiği zaman kamyonun ağır lastiklerinin ezdiği ağacın çan şeklindeki sert tohumlarının ve yapraklarının çıkardığı ağır ve hoş koku aklına çocukluk günlerini getirdi. Hastalandığında, annesi, odasında, boş bir margarin tenekesinde okaliptüs yaprağı kaynatırdı. Pencerelerinden çam ağaçları görünen köy evindeki odasında suyun kaynarken çıkardığı ses ve buharın taşıdığı koku gözünün önüne geldi.
Açık pencereden dışarıya tükürüp sigarasının külünü silkeledi. Annesi öleli kaç yıl olmuştu? 10? 15? Mezarını ziyaret etmeyeli...
Söndürmeden, sigarasının izmaritini pencereden dışarıya, asfaltın üzerine fırlattı.
Tapu müdürü izmaritin havada uçarken çizdiği ateş çizgiyi kamyonu gördüğü anda gördü ama artık fren basmak için çok geçti. İnşaat demirleri arabanın camını parçalayıp iki sevgiliyi ok yağmuruna tutulmuş eski zaman savaşçıları gibi delip ta arabanın arka koltuğun kadar itti. Anında öldüler.
*****
Bu kazada, kaza olmasının ötesinde, bir anlam var mı?
İnsan kendi hayatında bir anlam aradığı gibi, başkalarının hayatında da anlam arar. Ama yaşamdaki her şeyin bir anlamı var mı? Olsa bile bunun ne olduğunu bilmek mümkün mü? Bu soruya cevabım yok. Anlam, belki, hayatta değil, bakandadır. Aynı kahve fincanına bakan farklı kişilerin aynı şekilleri bambaşka görmeleri gibi.

3 Ağustos 2008 Pazar

Onun da bir evi var

Birkaç yüz taşın yapıştırılmasıyla meydana gelen, alt kısmında büyük, yuvarlak bir delik olan bir küre.
Kürenin tepesinde yedi-sekiz sivri uç var. Uçlardan her biri alttan başlayarak yukarı doğru ufalan taşlardan inşa edildi.
Yapının en göze çarpan ayrıntısı, deliği çevreleyen yaka. Küçük bir taca benzeyen bu pliseli yaka ayrıştırılması imkânsız küçük taşların birbirine yapıştırılmasıyla oluştu.
Bu küre bir ev - çapı bir milimetrenin 150 binde biri olan bir konut.
Cümlenin sonunda yer alan noktadan ufak olan bu yapı bir tür amip olan Difflugia coronata’nın portatif konutudur.
Amip en küçük yaratıklardan biridir. Tek bir hücreden ibarettir. Ama bu hücre bir canlının ihtiyacı olan her şeyi yapması için ona yetiyor. Besleniyor, dışkı çıkarıyor, hareket ediyor, çoğalıyor.
Amip hareket ederken altında kalan minik besin zerrelerini içine alır, sindirir ve artığını dışarı atar.
Çiftleşmeden doğurur. Belirli bir büyüklüğe ulaşınca gövdesi ve gövdesini kontrol eden nükleus (nüve) ikiye bölünür. Çoğalması böyle olur.
Sanırım bu herkes tarafından biliniyor. Ama bazı cins amiplerin, korunmak için, salyangozlar gibi, kendilerine barınak yaptıkları ve bunu çekerek taşıdıkları pek bilinen bir şey değil.
Sinir sistemi olmayan, tek hücreye sahip bir yaratık resimde gördüğünüz bu karmaşık ve zarif yapıyı nasıl yapabiliyor?
Sorunun cevabı çok basit. Hiç kimsenin bir fikri yok.
Amip kendini bir yerden başka bir yere sürüklerken içine sadece besin değil, zamanla bir topa dönüşen minik taş parçacıkları da çeker. Çoğalma zamanı gelince, içindeki nükleus DNA’sının bir tıpatıpını yaparak ikinci bir nükleus yaratır. Gövde ikiye ayrılır. Bir nükleus bir tarafta, diğeri diğer tarafta kalır ve bu şekilde tam iki amip ortaya çıkar.
Ev amiplerden birine miras kalırken diğeri taş topunu devralır. Bölünme tamamlanınca bu taş topu gövdeden çıkar ve resimde gördüğünüze benzer bir ev haline gelir.
Taşlar nasıl gövdeden ayrılır ve bu mucizevi yapı haline gelir? Amipe bu evi yapma “talimatını” veren bilgi veya içgüdü tek hücresinin neresinde saklı? Bunlar da bilinmiyor.
Bilinmeyenler bundan ibaret değil.
Amip, tek hücresiyle, hangi yöne doğru hareket etmesi gerektiğine nasıl karar veriyor? Neden hareket ediyor da olduğu yerde durmuyor? Hangi gıdayı içine alacağını, hangisini almayacağını ona söyleyen nedir?
Bazı taşlar işine yaramayacak kadar küçük, bazıları büyüktür. Hangilerinin uygun olduğunu nasıl seçer? Bir ev yapmaya yetecek kadar taşı biriktirdiğini nasıl anlar? Hem büyük hem de küçük taşa ihtiyacı var. Örneğin, “Yeteri kadar küçük topladım, birkaç tane daha büyük toplarsam kâfi miktarda taşım olacak” der mi? Ve en büyük soru. Bu minik yaratık kendine miras kalan taşları nasıl ve ne kullanarak çimentolar da bu sofistike yapıyı meydana getirir?
Glasgow Üniversitesi’nde Hayvan Mimarisi ordinaryüs profesörü olan Mike Hansell’in Built by Animals adlı kitabında bunları okurken aklıma başka sorular da geldi. Kâinatı boydan boya dolaşsak içinde bu kadar mucize ve güzellik barındıran bir ikinci dünya bulabilir miyiz? Bu güzelliğe karşı insanın gözleri nasıl bu kadar kör olabilir?

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Selçuklulardan kalan başak

Dünya sona ermiş uygarlıkların kalıntılarıyla doludur. Türkiye’de birçok ülkeden daha fazla var bunlardan. Ülkemiz, Ani’den Efes’e, bir zamanlar içinde insanların yaşadığı, zengin ve mutlu olduğu, güçlü hükümdarlara merkez olmuş, nam salmış antik kentlerle doludur.
Bu kentler, zamanına göre, İstanbul kadar görkemli, kalabalık ve mağrurdular. Oralarda yaşayanlar şehirlerinin bir gün gelip yok olacağını akıllarından bile geçirmemişlerdir.
Buralarda dolaşırken (eğer dolaştınızsa) hiç düşündünüz mü, neden terk edildiler diye? Bir gün son askerler surlardan indi. Tapınaklar boşaltıldı. Dükkânlar, evler arkada bırakıldı. Limanlara gemiler, çarşılara kervanlar uğramaz oldu.
Kendilerini ebedi sanan birçok kent insansız birer yıkıntı haline geldi.

İnsan ürünü yapılar inanamayacağınız kadar kısa ömürlüdür. Alan Wiseman’ın Bizsiz Dünya adlı kitabına göre, insanlar yok olsa New York metrosunu iki günde sular basar. Panama kanalı yirmi yılda tıkanır, Güney ve Kuzey Amerika bitişik bir kara parçası haline gelir. Barajların balçıkla dolması, taşması ve çökmesi için 300 yıl kâfidir.
Uygarlıkların en büyük yok olma nedenlerinden biri kötü kullanım, ağaçsızlaştırma veya iklim değişikliği nedeniyle toprağın tükenmesidir. Easter Adaları’nda toprak az ürün vermeye başlayınca insanlar birbirlerini yemeye başladı.
Toprak, petrol gibi, kısıtlı bir kaynaktır ve petrol gibi tükeniyor.
Uygarlığın üzerine kurulu olduğu toprak yüz binlerce yıllık bir süreç içinde meydana gelmiş, ince bir tabakadır. Bu tabaka her yerde aşınma, tuzlanma, bilinçsiz gübre ve tarım ilacı kullanma ve ağaçsızlaşma dolayısıyla yok oluyor.
Kuş beyinli politikalar sonunda Türkiye çölleşiyor. Nehirler kirlendi ve kurumaya yüz tuttu. Sulak alanlar kavruldu. Göller kurudu. Ovalar verimliliğini kaybetti. Meralar kahverengileşiyor. Yeraltı suları kayboluyor. Plastiksiz, saf bir metrekare su kalmadı denizlerde.

Hemen her yörede köylerden kasabalara, kasabalardan kentlere, hesabı tutulmayan bir göç var.
Toprağın sesi yok. Ergenekon ve Anayasa Mahkemesi’nde görülen AKP davası kadar gürültü çıkarmıyor.
Ama önemli ile önemsizi ayırt eden gürültü değildir. Ve hayat gazete sütunlarıyla ölçülmez.
Bundan on sene sonra kimse Ergenekon’un ne olduğunu hatırlamayacak bile. Bugün moda olan tesettür, eninde sonunda, fes, mini etek nereye gittiyse oraya gidecek. AKP’nin Demokrat Parti’den uzun ömürlü olacağını kim garanti edebilir?
Ama açlık unutulmaz.

Yersin, içersin sofrasından, üç yüz senedir,
Kuvvetlisin ama kuvvet hak değil.
Bakımsızlıklarla göçüp gitmiş bir cihan,
Mevsimler soğumuş, sular azalmış,
Buğday, Selçuklulardan kalan başak değil.*
* Fazıl Hüsnü Dağlarca

20 Temmuz 2008 Pazar

Porno

Porno kanal ile doğal hayat kanalı yan yana. Önce doğal hayat kanalının düğmesine dokunuyor. Orada ne olduğuna bir göz attıktan sonra porno kanala geçecek. Ama gördüğü manzara oraya çakılmasına neden oluyor.
Soğuk bir ülkede, mavi bir gökyüzünün altında, hızla akan dar bir derenin içinde dev cüsseli beyaz ayılar. Zevkten gözleri kısılmış, olağanüstü bir yoğunlaşmayla alabalık avlıyorlar.
Ekranda görünmeyen bir spiker fısıltıyla ne olup bittiğini anlatıyor. Kamera bir ayıya yaklaşıyor. Ayı yarı beline kadar hızla akan derenin içinde. Başını suya daldırıyor ve çıkarıyor. Ağzında çırpınan, semiz bir balık var. Balığın çırpınışı ayıyı öfkelendiriyor. Başını hızla yukarı ve aşağı sallıyor ve balığın belini kırıyor.

Balığın çırpınışı ile hareketsiz kalışı arasında, neredeyse ölçülemeyecek kadar kısa bir zaman dilimi var.
Diri olmak ile ölü olmak arasındaki zaman bu. Balığın soğuk ırmakta su yutarak yüzerken birdenbire kapan gibi kapanan dişler arasında, suyun dışındaki havasız dünyanın boşluğuna savrulması ile belinin kırılmasını içeren bir zaman. Oksijensizlikten çırpınmaya fırsat kalmadan sinir sisteminin kopuşuyla gelen ölüm.
Ayı, acele etmeden, kameranın bulunduğu yöne yürüyerek balığı dere kenarına bırakıyor ve ustalıkla, sadece kılçığı kalacak biçimde yiyor.
Kamera, karnını doyuran ayıların bir grup yaşlı kadın ve erkek tarafından izlendiğini gösteriyor. Irmağa inen yamaçta, ayılardan fazla uzak olmayan bir yerde dürbünlü ve fotoğraf makineli Japonlar var. Yüzleri üzüm tanesi gibi dolgun ve pürüzsüz. Günlük işin sabah git akşam gel rutininden ve parayı idareli harcamanın kıskacından geçici olarak salıverilmiş, orta yaşlı insanlar. Hayatları önlerindeki ırmak gibi akıp gitmiş.
Ekrandaki ses, fısıltıyla, buranın Kanada’da doğaya ayrılmış bir bölge olduğunu anlatıyor. Ayıların her yıl bu mevsimde bu ırmağa gelip balık avladıklarını. “Hayvanlar rahatsız edilmemeli, aksi takdirde saldırgan olabilirler” diyor.
Ayılar kendilerini balık yemenin zevkine o kadar bırakmışlar ki, çevrelerinin farkında değiller. Hızla akan suyun sesi başka sesleri duymalarını önlüyor. Çevrede onlara zarar verecek düşmanlarının bulunmadığına eminler.
Açıkça duydukları haz ve çevrelerinden bihaber olmaları, ayıların ziyafetine, başkaları tarafından paylaşılmaması, seyredilmemesi gereken özel bir tören özelliği veriyor.

Sevişme kadar mahremmiş gibi geliyor ona, ayıların yaptığı.
Irmak, balıklar, ayılar ve yaz mevsimi, bu mekânda, bu özel alışverişi, varlığı insanlar tarafından fark edilmeden, kaç bin yıl yaşadılar acaba?
Bu olayın seyredilmemesi, sadece balıklara ve ayılara ait olması gerek, diye düşünüyor.
Her yıl aynı günlerde tekrarlanan bu şölenin şahitleri, gözlemcileri olmamalı. Balıkların trajedisi balıklara, ayıların hazzı ayılara kalmalı.
Birdenbire anlıyor ki, ayıların filme alınmaları ve seyredilmeleri komşu porno kanalındaki görüntülerden daha pornografik.
Ama doymaz merakları ve gittikçe daha sofistike olan ses ve görüntü alma aygıtlarıyla insanlar yeryüzünde özel ve gizli hiçbir şey bırakmamaya kararlı. Her şey görüntülenecek ve dünyanın etrafında sinirli daireler çizen uydular tarafından milyarlarca televizyon ekranına aktarılacak.
Rahatsız, düğmeye dokunup başka bir kanala geçiyor.

13 Temmuz 2008 Pazar

Duvar

KARLOFÇA

Yaz sıcağında ustalar Karlofça’nın Barış Kilisesi’ni restore ediyorlar. Kapıları ve pencereleri söktüler, sıvayı döküp ağarmış kiremitleri ortaya çıkardılar. Kaldırılan yuvarlak, ahşap damın yerine yenisi inşa ediliyor.

Ocak 1699’da, şimdi üzerinde Barış Kilisesi’nin bulunduğu bu tepede Osmanlı İmparatorluğu, sonunun başlangıcını ilan eden bir dizi antlaşma imzaladı.

Osmanlılar, Viyana’yı ilk fetih denemesini onbeşinci yüzyılda Fatih Sultan Mehmet zamanında, sonuncusunu onyedinci yüzyılda yaptılar. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683’te Viyana’yı kuşattı. Osmanlılar Ansiklopedisi’ne göre, Merzifonlu “haddinden fazla mağrur ve şöhret düşkünü” idi. Kanuni döneminde bile erişilemeyen bir mertebeye erişmek, Osmanlı hâkimiyetini Avrupa’nın ortalarına kadar yaymak istiyordu. Onaltı yıl süren savaş bozgunla sonuçlandı. Merzifonlu kellesini kaybetti.

Osmanlı, Avusturya, Polonya ve Venedik elçileri 1698 kışında Belgrad’ın 57 kilometre doğusundaki Karlofça’da toplantılar.

Osmanlılar ilk defa düşmanlarının eşitlik talebini kabul etti. Dört kapılı, yuvarlak ahşap bir evcik yapıldı. Ortasına yuvarlak bir masa kondu. Diplomatik toplantıların yuvarlak masa etrafında yapılması geleneği böyle başladı.

Türkler doğu, Avusturyalılar batı, Venedikliler güney, Polonyalılar kuzey kapısından içeri girdiler. Müzakereler 72 gün sürdü. Birçok eyalet savaşı kazanan ülkelere terk edildi.

Fransisken rahipleri on yıl sonra ahşap evin bulunduğu yere bir şapel inşa ettirdi. Bugün restore edilen bina 1880’den kalma. Elçilerin etrafında oturdukları masaya benzetmek için bina yuvarlak şekilde inşa edildi ve dört yönüne dört kapı açıldı. Doğu kapısı tamamlandıktan sonra, Türklerin geri dönmesine karşı sembolik bir korunma olarak, tuğlayla örüldü.

Kilise bahçesinin etrafındaki tel duvarın dışından içeri bakıyorum. Şimdi evler tarafından çevrelenen bu tepeciğin 310 sene önce nasıl bir yer olduğunu tahayyül etmeye çalışıyorum.

Karlofça bugün olduğu gibi o zaman da küçük bir kasabaydı. 1521’de Osmanlılar tarafından zaptedilmişti. 170 yıl Türklerin elinde kalmasına rağmen nüfusunun hemen hemen tamamı hep Sırp oldu. Kasaba, vergilerinin büyük bir bölümünü şarap olarak ödüyordu.

“Gir gir” diye işaret etti, binaya merakla baktığımı gören ustalardan biri.

Sıcaktan kavrulmuş çimenlerin üzerinden yuvarlak binaya yaklaştım. İnşaat artıklarının üzerinde karpuz kabukları vardı.

Sıvaları alınmış binanın içinde molozdan başka bir şey yok. Doğu kapısını kapatan tuğlalar sökülmüştü. Ama diğer yöne bakan kapılar açıkken bu kapı beyaz kontrplakla kapanmıştı.

Acaba yeniden örülecek mi? Yoksa açık mı bırakacaklar, nasıl olsa artık Türklerin geri dönmesi imkânsız diye?

Sanırım gene dönecekler. Avrupa, Osmanlı’yı ne unuttu ne affetti.


Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunun başladığı yer. Karlofça antlaşmalarının imzalandığı tepede yapılan Barış Kilisesi’nin doğu kapısı Türklerin geri dönmesine karşı sembolik bir korunma olarak tuğlayla örülmüştü.

6 Temmuz 2008 Pazar

Satılık: Bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış

En iyi yasemin çayı, içinde yasemin bulunmayan yasemin çayıdır. Yasemin demlenince çaya acı bir tat verir. Bu nedenle, kuruyup rayihasını çaya geçirdikten sonra ayıklanıp atılmalıdır. Ama bu süreç çoğunlukla es geçilir, çünkü elle yapılan, pahalı ve zahmetli bir iştir.
Yaseminsiz yasemin çayını sadece çok ama çok iyi çaycılarda bulabilirsiniz. Onlardan da bizim memlekette yok.
Vanilya, ağaca sarılarak büyüyen tropikal bir orkidenin baklamsı tohum zarfından elde edilir. En kalitelisi Fransız Pasifik sömürgesi Reunion adasında yetişir. Reunion’un Fransız İhtilali’nden önceki adı Bourbon’du. Bourbon, ihtilalin devirdiği kraliyet ailesinin adı olduğu için değiştirildi.
Orkidenin baklamsı tohum zarfı iki kez, art arda, kaynar suya sokulup çıkarıldıktan sonra, güneşte birkaç gün kurutulur. Kâğıt mendile sarılıp sert keresteli tropikal ağaçtan yapılmış kutularda saklanır. Vanilyanın rayihasının ortaya çıkması için en az bir yıl saklanması gerekir. Ne kadar uzun saklanırsa kokusu o kadar yoğun olur. En yoğun rayihayı elde etmek için 20 yıl makul bir süredir. Devam edeyim mi?
Odamda okunmayı bekleyen küçük kitap dağları var. Sıra dağları demek gerçeğe belki daha uygun olur. Bask Ülkesi’nden Örümceklerin Gizli Hayatı’na, Narenciyenin Tarihi’nden Paul Muldon’un Moy Kum ve Çakılı adlı şiir kitabına bir sürü kitap, ciltleri arasında sabırsızlıkla kıpırdayarak açılmayı bekliyor.
Hepsini okuyabilmem için işi gücü bırakıp birkaç yıl tam zaman kendimi okumaya vermem lazım.
Bu mümkün mü? Hayır.
Buna rağmen, hâlâ yeni kitap ısmarlıyorum.
İnsan neden okuması mümkün olmayacak sayıda kitap alır?
Kitap kurdunun gözleri midesinden açtır, onun için sanırım.
Bir tür oburluk. Belki oburluğun çirkin, günah olmayan tek türü.
İnsanı, yukarıda iki örneğini verdiğim, lüzumsuz bilgileri saklayan bir küpe çevirmekten başka ne işe yarar sürekli okumak? Batı’da “ömür boyu eğitim” denilen şey?
Kâinattaki bütün bilgileri içeren bir CD olsaydı beynime bir yuva açıp içine koymak isterdim. Benim cevabım bu.
Akıl insana verilen boş bir toprak parçasıdır. Bilgiyle veya cehaletle doldurulabilir. Cehalet bilgi eksikliği değildir. Bilginin tersi veya bozulmuşudur.
Cehalet kum dağlarından meydana gelen bir çöldür, ayakların içine gömüldüğü. Bilgi ağaçlı, çiçekli, kuşlu, içinde vahşi yaratıkların dolaştığı, yüksek yerlerinden bazen uzakların görüldüğü bir ormandır.
Arjantinli yazar Jorge Luis Borges (1899-1986), “Cennetin hep bir tür kitaplık olacağını düşündüm” der.
Dünyayı, cennet olduğu ender zamanlarda cennet yapan şeylerden biri kitaplıktır da diyebilirdi.
Unutmadan. “Satılık: Bebek ayakkabısı. Hiç kullanılmamış.”
Ernest Hemingway, “altı kelimelik bir öykü” istendiğinde bunu yazmış. İngilizcede altı kelime: For sale: baby shoes, never worn.

29 Haziran 2008 Pazar

Doğu’ya dönüş

1970'lerde bir ara her yaz Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gittim.
Plansız, amaçsız gezilerdi bunlar. O zamanlar Ankara’da oturuyordum ve bir sürü İngiliz ve Amerikan yayın kuruluşunun Türkiye muhabirliğini yapıyordum. Ama belirli herhangi bir konuyu incelemek veya yazı yazmak yoktu aklımda. Not bile tutmazdım çoğu zaman. Döndükten sonra bazen yazı yazar, bazen yazmazdım.
Kimi zaman Van’a uçar, oradan dolmuş, otobüs, taksi, Allah ne verdiyse, gönlümce, yılan gibi kıvrıla kıvrıla, Diyarbakır’a gider, oradan Ankara’ya uçardım. Kimi zaman gezim Diyarbakır’da başlar, Van’da sona ererdi. Tek başımaydım. Nereye gideceğime, nerede ne kadar kalacağıma anında karar verirdim.
Sürgün ve yokluk yeri olarak bilinen bu yerlere gönüllü olarak gitmemi arkadaşlarımın ve aile fertlerimin aklı almıyordu. Tepki aynıydı ve aşağı yukarı şuydu: “Deli misin? Ne işin var oralarda. Kesecekler seni.”
Avrupa’nın hiçbir yerinde Kars yaylaları, Küre Dağları kadar güzel yerler yoktur. Ama Ankara’da bunu hiç kimse duymak istemiyordu. İnsanlar İsviçre’ye, İngiltere’ye falan gitmek için ölüyordu ama burnumuzun dibinde sayılabilecek bu yerlere gitmek akıllara gelmiyordu.
Oraları “geri, pis, tehlikeli” yerlerdi.
Tanıdıklarım arasında, yabancı diplomatlar dışında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya giden bir tek kişi yoktu. Sınıf arkadaşlarım Doğu’da askerlik yapmamak için yeri göğü yerinden oynattılar.
Doğu, Batı’da bilindiği gibi değildi. Bir defa müthiş ören yerleri, çarpıcı bir doğası, eşsiz bir bitki örtüsü vardı. 1980 yaklaşır ve kan akmaya başlarken bile, hiçbir tehlikeyle karşılaşmadım. Karşıma çıkan insanlar -Batı’da birçoğunun kaba ve cahil olarak bildiği Kürtler- yumuşak ve olağanüstü konukseverdi.
Birçok yerde oteller ilkel, yataklar pisti ama her yerde en az bir tane iyi lokanta vardı ve doğa görkemli ve muhteşemdi.
O zamanlar aklım kafamdan bir karış yukarıdaydı. Çok içki içiyordum. Toydum. Türkiye’nin düzeninin ne olduğunu daha öğrenmemiştim. Aceleciydim. Sinirliydim. Sabırsızdım. Bakıyordum ama görmüyordum. Bu gezilerden biriktirebileceğimden azını biriktirerek döndüm.
Ama önemli bir şey öğrendim: Türkiye’nin sol yarısı vatan, sağ yarısı sürgün yeriydi.
Doğuda 1980'den sonra olanlar ve hâlâ olmakta olanlar beni şaşırtmadı.
Geçen hafta, uzun bir aradan sonra, Doğu’ya geri döndüm. Bu defa Kars’tan başladım. Gazetelerde okuduğum birkaç haber merakımı çekmişti. Doğu Anadolu kalkınmada Güneydoğu’nun bile arkasında kalmaya başlamıştı. Kars, Erzincan, Erzurum süratle nüfus kaybediyordu.
Doğu'da çok şeyin değiştiğini, refahın artmış olduğunu gördüm. Ama Batıdakiler için hâlâ gidilecek bir yer değildi. Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu’ndan öğrendiğime göre Kars’a yılda 10 bin kişi geliyordu, bunların da çoğu yabancıydı.
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” diye soracak olursanız, cevabı sır değil.
Kars yazılarım gelecek hafta bu sayfalarda yayımlanacak.

Haziranda, Kars Yaylası sonbaharın serinlik ve yağmurlarını ve ilkbaharın renklerini birlikte yaşıyor. Karşıda Ermenistan dağları.
(Fotoğraf: Mukadder Yardımcıel-Kars DHA)


2020 - 2023


ZAMANSIZ YAZILAR